...Duvar'da hepsi izlenir. Belki burada Ziya'nın kaçmasını güden esas güce, Karabaş'a duyduğu özleme bir parantez açmalıyız. İnsanın insanda yaratamadığını, hayvan hâlâ insanda yaratabilmektedir. Ziya, Karabaş'ın yakınlık ve sevgisinde kayıtsızlığı ve yabancılaşmayı aşmanın ışığını bulmuştur. Yakınlık arzusundan vazgeçmemekte en çok direnen Karabaş (bir anlamda hayvanlar), sapkın dünyanın en haşin ve amansız hıncına uğramıştır; en fazla o nesneleştirilmiş, en fazla o kişiliksizleştirilmiştir. Karabaş, topal orospu, sevgi için geldiğinde sürekli tecavüze uğramış, sonunda belediye tarafından zehirlenmiştir. Ziya'yı öldüren gardiyanlar mıdır, dışarıda gördüğü kayıtsızlık mı, yoksa artık dünyanın Karabaş'sızlığı mıdır?
İ.Özyıldırım
... ya bir yerlerden başlamak gerekiyor ya da ideallerin paralize edici etkisine boyun eğip doğru anın gelmesini beklemek. Sanırım herkes kendi arzusu ve ketlenmeleri, kendine ait idealler ve edilgenliği arasında bir yol bulabilir ... sanırım böyle. Kastrasyondan geçmiş her özne kendi "cehalet"ini kendi bilgi arzusunun katığı yapacaktır, yapabilir, yaparsa iyi eder.
Ö.Öğütcen
The law locks up the man or woman
Who steals the goose off the common
But leaves the greater villain loose
Who steals the common from the goose.
The law demands that we atone
When we take things we do not own
But leaves the lords and ladies fine
Who takes things that are yours and mine.
The poor and wretched don’t escape
If they conspire the law to break;
This must be so but they endure
Those who conspire to make the law.
The law locks up the man or woman
Who steals the goose from off the common
And geese will still a common lack
Till they go and steal it back.
Marx ve Freud'un her ikisi de özneleri tüketen, bitkin düşüren ve sömüren düzene karşı çıkmayı amaçlayan kritik ve klinik söylemsel deneylerin bir bileşimini uygularlar; ki bu düzenin içinde yaşayan özneler mevcut libidinal ve sosyal ekonomik yapının sınırlamaları, çelişkileri ve çıkmazlarını sınama talebi olarak kendi kür/tedavi taleplerini dile getirirler. Teori ile pratik arasındaki ya da daha doğrusu kritik ile klinik arasındaki ilişkiye dair eski meselenin tabloya dahil olduğu yer burasıdır. Düşünme için bir yönelim olarak hizmet eden kavramların üretimi (bir teorik emek biçimi olarak kritik) ve libidinal-toplumsal bağı yeniden yapılandırmayı amaçlayan direnç üzerine çalışma görevi (bir pratik emek biçimi olarak klinik), bir ve aynı deneysel sürecin iki yönüdür. Aralarında bir fark varsa, kavramların klinik dersleri, analizin yol açtığı çözümleri ve karşılaştığı sorun ve başarısızlıkları aktarmaya yazgılı olduğu gerçeğinde yatmaktadır: evrensel bir sorunun, özellikle ıstırabın sebatkarlığını göstermek. Bu açıdan, Rüyaların Yorumu ve Kapital, öznel hastalık ile toplumsal hastalık arasındaki sürekliliği ortaya koyan vaka çalışmalarının özetidir. Bilinçdışının varlığı, böylelikle, politik örgütlenmenin görevinin, düşüncenin sonunda yabancılaşmadan kurtulacağı bir duruma varmak değil onun yerine, merkezinde artık yabancılaşma ve sömürü arasındaki ilişkinin bulunmadığı acı çeken öznelerin bir toplumsal bağ oluşturmasını sağlamak olduğunu gösterir. Yine, kapitalizm, otantik olduğu varsayılan bir insan doğasını ve öznelerarası ilişkiyi basitçe yabancılaştıran ve bozan bir sistem değil, bunun yerine etkinliğini yabancılaşmanın sömürülmesinde temellendiren ve öznenin bölünmüş yapısı zemininde sürekli yeni sömürü biçimleri ve stratejileri icat eden bir sistemdir.
S.Tomsic
Oysa Klein'a göre zaten daha baştan, herhangi bir değerlendirme söz konusu bile olmadan kendimizi bir başkasıyla ikame ettiğimiz veya kendimizi ikame edilmiş halde bulduğumuz bir durumdayızdır. Üstelik bu durumun yankıları yetişkin hayatımız boyunca sürer: Seni seviyorum, ama sen zaten bensin, onarılmamış geçmişimin, yoksun bırakılmışlığımın, yıkıcılığımın yükünü taşıyorsun. Şüphesiz ben de senin için aynen böyleyim, sana asla verilmemiş olanın ceremesini en çok ben çekerim; geri dönüşsüz geçmişlerimiz için birbirimizin kusurlu ikameleriyiz, ikimiz de onarılamayacak olanı onarma arzusunu tam olarak geride bırakamıyoruz. Gel gör ki işte buradayız ve şanslıysak birlikte birer kadeh güzel şarap içiyoruz.
J.Butler
13 hafta sürecek ve Uzm.Psk.Çağdaş Yalçın tarafından yürütülecek bu seminer dizisi Melanie Klein’ın nesne ilişkileri kuramına giriş niteliğinde derslerden oluşmaktadır.
Seminerler 22 Ekim 2022 cumartesi günü başlayacak ve 13 hafta boyunca her hafta cumartesi günleri 12.00-14.00 saatleri arasında 2 oturum şeklinde gerçekleştirilecektir. Seminerler Zoom uygulaması üzerinden, çevirimiçi olarak gerçekleştirilecektir.
Katılımcıların ruh sağlığı alanında eğitim gören öğrenciler ya da bu alanda çalışan uzmanlar olması beklenmektedir. Seminer dizisine katılmak isteyen öğrenciler %50 indirim ile kayıt yaptırabilecektir.
Seminer dizisi katılım ücreti 1500 TL’dir. Seminerlere katılmak isteyen kişilerin, info@gordiondanismanlik.comadresine kendilerini tanıtan bir e-posta atmaları beklenmektedir.
SEMİNER PROGRAMI:
22 Ekim: Erken dönem yaşantılarının Klein’ın eseri üzerindeki etkileri
29 Ekim: İlk vaka, ilk keşifler ve ilk kriz
5 Kasım: Kleinyen fantezi
11 Kasım: Paranoid-Şizoid Konum
19 Kasım: Haset
26 Kasım: Depresif Konum
3 Aralık: Manik Savunmalar & Onarım
10 Aralık: Odipus’un erken dönemleri
17 Aralık: Kleinyen Vaka Çalışması
24 Aralık: Uygulamalı Psikanaliz Çalışması: Amok Koşucusu (S.Zweig) & Tutku Oyunu (F.Ozon)
7 Ocak: M.Klein’ın Suç ve Vicdan ile ilgili görüşleri üzerinden güncele bakış
14 Ocak: Depresif konumu Levinas’ın etiği ile düşünmek
21 Ocak: Kleinyen kuramın sınırlılıkları
Andrei Tarkovsky: Nostalgia is a complete, total feeling. In other words, one can feel nostalgia while remaining in one's own country, next to those people to whom one is closest. In spite of a happy home, a happy family, man can suffer from nostalgia, simply because he feels his soul is limited, that it cannot propagate itself as he would have wished. Nostalgia is this powerlessness in the face of the world, this pain of being unable to transmit one's spirituality to other people. It's the illness that overcomes the hero of Nostalghia: he suffers from not being able to have friends, of not being able to communicate with them. This character says "we must destroy borders" so the entire world can live its spirituality freely, smoothly. He suffers, more generally, because of his character, unadjusted for modern life. He cannot be happy in the face of the misery of the world. He takes on this collective misery, and wants to live out of step with the world. His problem is strongly related to compassion. His entire suffering stems from there: he cannot incarnate completely this feeling of compassion. He wants to suffer along with the rest of mankind, but he doesn't totally succeed at it. (Andrei Tarkovsky interviewed by Laurence Cossé, 1986)
[Polaroid by Andrei Tarkovsky]
7. Siyasal Psikoloji Konferans'ında yaptığım "Bizi İnsanlaştıran Maskeler: Psikanaliz Özgürlük ve İktidar Üzerine Neler Söyleyebilir" başlıklı sunum youtube'a yüklenmiş:
Benim de "Bizi İnsanlaştıran Maskeler: Psikanaliz İktidar ve Özgürlük Üzerine Neler Söyleyebilir" başlıklı bir sunum yapacağım 7. Siyasal Psikoloji konferansının programı açıklandı. Konferansı Siyasal Psikoloji Konferansı Youtube kanalından takip etmek mümkün. Doğru anladıysam Şokopop bile var, kaçmaz!
Bir yanda dünyanın teknolojik dönüşümünün özgürleştirici olanakları, kolay ve özgür yaşam, diğer yanda yaşam mücadelesinin yoğunlaşması arasındaki açık çelişki halk arasında yaygın bir saldırganlık yaratır ve bu yaygın saldırganlık sözde ulusal düşmandan nefret etmeye ve savaşmaya yönlendirilmedikçe uygun herhangi bir hedefe isabet eder: siyah veya beyaz, yerli veya yabancı, Yahudi veya Hıristiyan, zengin veya yoksul. Bu deneyimleri sakatlanmış, yanlış bilinçleri ve yanlış ihtiyaçları olanların öfkesidir, baskının kurbanlarının yaşamları baskıcı topluma bağımlıdır ve alternatifleri bastırırlar. Bunların zorbalıkları Egemen güçlerin zorbalığıdır ve hedef olarak da, doğru ya da yanlış, farklı görünen ve bir alternatifi andıran figürleri alır.
Yerleşik dilde “şiddet” sözcüğü polisin, Ulusal Muhafız’ın, bölge polis şeflerinin, deniz piyadelerinin, bombacıların eylemlerine uygulanmaz. “Kötü” sözcükler önsel olarak Düşman için ayrılmıştır ve anlamları güdü ve amacına bakılmaksızın Düşmanın eylemleri ile tanımlanır ve doğrulanır. Amaç ne kadar “iyi” olursa olsun, bu meşru olmayan yolları haklı göstermez.
Aslında “amaç araçları haklı çıkarır” önermesi, genel bir ifade olarak, kabul edilemezdir, fakat genel bir ifade olarak, olumsuzu da kabul edilemezdir. Radikal politik pratikte, amaç yerleşik söylem ve davranış evreninden farklı ve ona karşıttır. Fakat araçlar bu evrene aittir ve bu evren kendi ifadelerini kullanarak, ki bunlar tam da amacın geçersiz kıldığı ifadelerdir, araçları yargılar. Örneğin, ulusal çıkarlar iddiası ile işlenen insanlık suçlarını durdurmayı amaçlayan bir eylem varsayalım ve bu amaca ulaşmak için araç, organize sivil itaatsizlik eylemleridir. Yerleşik yasa ve düzene göre suçlar değil ama onları durdurma girişimleri bir suç olarak kabul edilir ve cezalandırılır; böylelikle, eylem tam da suçladığı normlarla yargılanır. Varolan toplum, aşkın eylemleri kendisinin, kendi toplumunun, ifadeleri ile yargılar; kendi kendini doğrulayan bir süreç, tamamen yasal, hatta bu toplum için kaçınılmaz: Egemenlerin en etkin haklarından biri sözcüklerin uygulanabilir tanımlarını kurma hakkıdır.
Yabancılaşmış bir toplumda, terapi son kertede başarısız olmaya mahkûmdur ve bu başarısızlığın nedenlerini de bize bizzat teori sunar. Terapötik "başarı" hastanın "normalleştirilmesi", mevcut toplumun "normal" işleyişine uydurulması demektir, oysa psikanalitik teorinin can alıcı başarısı tam da "akıl hastalığı"nın bizzat mevcut toplumsal düzenin yapısından kaynaklandığını; yani bireyin "deliliği"nin uygarlığın kendisine özgü belli bir "rahatsızlığa" dayalı olduğunu açıklamasında yatar. Nitekim, teorinin terapiye tabi kılınması, psikanalizin eleştirel boyutunun kaybedilmesini gerektirir: Bireysel terapi olarak psikanaliz zorunlu olarak toplumsal özgürlük yokluğu dünyası içinde kalır, oysa teori olarak psikanaliz bu dünyayı aşmakta ve eleştirmekte özgürdür. Sadece birinci momenti, terapi olarak psikanalizi kabul etmek, bir uygarlık eleştirisi olarak psikanalizi köreltmek ve bir bireysel uyum ve teslimiyet aracına dönüştürmektir... Psikanaliz, kendisini bir terapi olarak zorunlu kılan özgürlüksüz bir toplumun teorisidir. Böylece Freud'un psikanalizin "imkânsız bir meslek" olduğu şeklindeki tezinin toplumsal-eleştirel bir versiyonunu elde ederiz: Terapi ancak ona ihtiyacı olmayan, yani "zihinsel yabancılaşma" üretmeyen bir toplumda başarılı olabilir - Freud'dan bir alıntı yapacak olursak: "Psikanaliz, en uygun koşullarını uygulanmasının gerekmediği yerde, yani sağlıklılar arasında bulur." Burada "başarısız karşılaşma"nın özel bir tipini görüyoruz: Psikanalitik terapi mümkün olmadığı yerde zorunlu ve ancak artık zorunlu olmadığı yerde mümkündür.
"Bu karşıtlığa dayalı düşünüş, Stimer'in savunduğu gibi, bireyi sakatlar. Bu mantık kendisini ille de bir kadın olarak tanımlamayan ya da ille de erkekler tarafından eziliyor olarak görmeyen bir kadınla; ya da kendisini siyah olmakla tanımlamayan bir siyahla nasıl başa çıkacak? Bir siyasal söz hakkından ya da siyasal itibardan mahrum olurlar mı? Bu karşıtlığa dayalı düşünüş, belirli siyasal sonuçları esas olan sarsılmaz bir kimlik önermez mi: kimliği akışa ve oluşa kapatmaz mı? Örneğin, cinsiyet değiştirmiş kadınların, çeşitli feminist ve lezbiyen gruplar tarafından, bir şekilde yeterince "kadın" olmadıkları, hala erkek olarak görüldükleri ve bu nedenle, "gerçek" bir kadın olarak, "gerçek" baskıdan acı çekmenin nasıl his olduğuna dair herhangi bir fikirleri olamayacağı için dışlandıkları sayısız durum olmuştur. Karşıtlığa dayalı siyasal düşünüşü tamamen gözden düşüren bu tür otoriter özcülüktür. Tekillik bu karşıtlıkların ötesinde düşünmemize ve "farklılık" yapısı içine o kadar muntazam bir şekilde uymayanı teorileştirmemize imkan verir. Bu elbette, kadınların, geylerin, siyahların ve Asyalıların ezilmediklerini ya da belirli şekillerde dışlanmadıklarını ve bu meseleler etrafında meşru anti-otoriter mücadeleler olmadığını söylemek değildir. Ama mücadeleleri saf bir şekilde özsel bir kimliğe -"siyah olmaya" ya da "gey olmaya"- dayandırmak ve bu "kimliklere" uymayan başkalarını bu mücadelelerden bütünüyle dışlamak bu sebeple anti-otorier etiğe ters düşer. Bu tür hayalgücü kıt siyasetten uzaklaşmalı ve bu mantığı yersizyurtsuzlaştıran tarzda düşünmeliyiz. Farklılığı öne sürmenin tehlikesi, onun üzerine kurulacak karşıtlığa dayalı yapılara izin verip özsel hale gelmesidir. Bu demek değil ki bir farklılık ve çoğulculuk siyaseti terk edilsin; bu sadece özcülüğün ayartmasına direnmesi, başka farklılıklara açık -hatta Aynılık ihtimallerine bile açık- hale gelmesi anlamına gelir. Tekillik bize kesinlikle şunu: özcü-olmayan farklılığı teorileştirmeyi sağlar. Bu anti-otoriter projenin etik görevidir."
Homeros'un devrinde Olimpos'taki tanrıların gözünde seyirlik bir şey olan insanlık, artık kendisi için bir seyir malzemesidir. İnsanlığın kendine yabancılaşması o raddeye varmıştır ki, kendi yıkımını dahi birinci kalite bir estetik haz olarak yaşayabilecektir.
Uçurtma Kitap&Kafe ile dayanışma amacıyla planladığımız bu seminerlerde 31 Ocak'ta Stefan Zweig'in Amok Koşucusu öyküsünü, 14 Şubatta da Francois Ozon'un Tutku Oyunu filmini psikanalitik bir çerçeve ile tartışmaya çalışacağım. Katılım ve bilgi almak için: ucurtmakitapcafe@gmail.com
Otoriterlik dozu her geçen gün artan “karizmatik” liderler ile kitleler arasında kurulan ilişki uzun yıllardır farklı disiplinlerin üzerine düşündüğü ve araştırdığı bir alandır. Hitler faşizminin karanlığından bu yana, kitlelerin otoriter rejim ve “tek adam”lara neden ve nasıl destek verdiği sorusu hala güncelliğini korumaktadır. Eril, milliyetçi ve özgürlük perspektifinin en ufak kazanımlarına bile düşman olan “tek adam”ların iktidarlarının kitlelerden gördüğü desteğin neden ve nasıl gerçekleştiği anlaşılmayı bekleyen önemli bir sorundur. Tam da bu nedenle, kitle, tüm lider araştırmalarının karşısında en az onun kadar üzerine düşünülen bir olgu olagelmiştir. Kitle, halk, toplum… Çeşitli biçimlerde tanımlanan yığınların karizmatik otoriter lider ve rejimlerle kurduğu ilişkinin psikolojik, toplumsal ve ekonomik olmak üzere çok boyutlu temelleri vardır. Kitlelerin kendilerine atfettiği toplumsal anlam kayda değerdir. “Tek adam”ların güç aldığı, adına hareket ettiğini iddia ettiği kitleler, bireyin ötesinde toplam bir anlama sahiptir. “Toplam” için hareket ettiğini iddia eden ve gücünü “toplam”dan alan, giderek otoriterleşen iktidarların yerkürenin neredeyse tamamında iktidar sahibi olmaya başladığı bu günlerde, elinizdeki kitap, kitle ile otoriter ve karizmatik lider arasında kurulan ilişkinin yenilenmiş yüzünü anlama çabasına katkı sunmayı arzu etmektedir.
Otoriteden Tahakküme Lider ve Kitle/CEM KAPTANOĞLU Liderin Yalanına Karşı Halkın Hakikati mi?Yalanın Siyasal Potansiyeli Üzerine Bir Düşünme Denemesi/SERHAT CELAL BİRDAL Lider ve Kimlik: Günümüz Siyasal Hareketlerinde Liderlik Kültüne Karşılaştırmalı Bir Bakış/YAKUP ATAMER AYKAÇ AKP, İktidar ve Tahakküm Yapısına Lacancı Bakış/SEZGİN ÇİFTÇİ Tayyip Erdoğan Örneğinde Karizmatik Liderlik ve Kitle İlişkisi Üzerine Bir Analiz/HACI ÇEVİK “Yeni” Kitlesel Hareketler, Sosyal Medya ve Kimlik-Liderlik Yaklaşımı/METE SEFA UYSAL Popülist Sağ-İdeolojinin Karizma Hassasiyeti: Milliyetçilik, Kalkınmacılık, Erkeklik/POLAT S. ALPMAN Ahlat Ağacının Meyvesi Olarak Erkeklik/ÇAĞDAŞ YALÇIN Sineklerin Tanrısı Ve Toplumsallık: Sosyal Psikoloji Bize Ne Söylüyor?”/YEŞİM AKIN YALÇIN Lider ve Anne/CEMAL DİNDAR Liderin Aynasında Kitle Olmak/AKSU BORA
Satın Almak İçin: https://www.pandora.com.tr/kitap/karizma-ve-lider-kultu/761421
Evrenin merkezinde olmak bir yana, büyüklüğü karşısında kum tanesini andıran bir gezegende yaşadığını kısa bir süre önce kabul etmek zorunda kalmış; tanrının yeryüzündeki iradesini temsil etmek amacıyla yaratıldığı inancının karşısına çıkan, tüm yaşamın ortak bir kökenden geldiğine dair gerçekliği kabul etmemek için var gücüyle direnen, diğer bir deyişle evrendeki ve doğadaki pozisyonu nedeniyle “düşündüğü gibi olmadığı” gerçeğiyle karşılaşmış omnipotent özne için benin ötekinde inşa edildiğini kabul etmek bir diğer büyük yenilgi olacaktır. Kudretinin sorguladığı anda sorgulayanı gözünü kırpmadan yok edebilecek hale gelebilen öznenin içine düştüğü bu kendinden geçme hali, inkar edilen ve karşı karşıya kalındığında yenilgi olarak deneyimlenen bu inşanın bir kanıtı olarak değerlendirilemez mi? Dahası evrendeki ve doğadaki yerini inkar etmek için var gücüyle direnen, bu yeri kederli yenilgilerle ancak bir nebze olsun kavrayabilen öznenin en uzak olduğu ötekine yönelen eylemleri, duyguları ve düşünceleri kim olduğuna dair sorunun kısmi yanıtları değil midir?
Dil ediniminin dolayımıyla otoritenin boyunduruğu altına girerek kültürel bir özneye dönüşen insan için artık gerçeğinin üstünü örten suni bir gerçeklik söz konusudur. Bu örtüdeki deliklerden fışkıran rüyalar, semptomlar ve hezeyanlar her seferinde delilikten kahinliğe, meczupluktan peygamberliğe “normalin” ötesinin gösterenleri olarak spektrumun en uçlarına düşecek şekilde anlamlandırıldığından önemli bir fırsat tekrar tekrar kaçar. Konuşan özne için örtünün tamamen kalkıp gerçeğin tüm berraklığıyla anlamlandırılması mümkün olmasa da, kendini dil aracılığıyla aktarmış kültürün imgesel ve simgesel düzeydeki etkisinin kavranması imkanını yitirmiştir. Bu fırsatı yitiren özne için bir kez daha yatay eksendeki ötekileri ortadan kaldıracak savaşları ve kavgaları başlatma, doğayı ve hayvanları katletme; dikey eksendeki ötekileri delip, onların içlerine girerek gökdelenleri, binaları ve kuleleri inşa etme, toprağı çoraklaştırma zamanı.
Egon Schiele
Aşırı liberalizmin, mali piyasaların vurgunculuklarının, doğanın kontrolsüz istismarının ve toplumun totaliter idaresinin dayattığı "araçsal akıl", sahiplenme ve hükmetmeye doğru bir eğilim ile nitelenen paranoid-şizoid bir konumdan kaynaklanmaktadır. Buna karşılık, onarıcı akıl, bastırma ve araçsalcılıktan daha çok başkalarına saygı ve başkalarını düşünme üzerine kurulu bir toplumu bir araya getirir ve düzenler. Melanie Klein'ın eseri, bu şekilde birincil ahlak üzerine kurulmuş insan doğası ile ilgili bu görüyü destekler... Kleinci benliğin "mutlu olmak için onarım yapmaya" ihtiyacı vardır.
Özgür üniversitenin bu dönemki programında benim de iki sunumum olacak. Bu kadar kıymetli hocaların arasında psikanalitik film ve edebiyat eleştirisi yapmaya çalışacağım için oldukça heyecanlıyım.
Kendi eksikliğinin/iktidarsızlığının farkında olmayan otorite figürlerinin onlara eksikliklerini/iktidarsızlıklarını hatırlatan herkese ve her şeye neler yapabileceğini gün be gün görüyor/yaşıyoruz. Peki otorite her zaman tümgüçlü, eksiksiz ya da psikanalitik teori çerçevesinde sorarsak fallusa sahip mi olmalıdır? Eksik/iktidarsız bir otorite figürü ile özdeşim kurmak mümkün müdür? Eğer mümkünse ne gibi nitelikleri barındırır bu özdeşim süreci?
Bu çalışma, tüm bu sorular perspektifinde Ahlat Ağacı filmini psikanalitik teori çerçevesinde incelemeyi amaçlamaktadır. Zayıf bir otorite/karizma figürü olan baba İdris ve onun kuyusunu kazmak, ona benzemeğini her fırsatta kanıtlamak için hazır bekleyen oğlu Sinan'ın hikayesi çerçevesinde kurgulanmış bir film Ahlat ağacı. Ataerkil sistemin dayattığı kalıpların dışında kalması, tümgüçlü/eksiksiz (miş gibi) olmayı başaramaması nedeniyle hem yaşadığı kasabadaki insanlar, hem de ailesi tarafından sürekli eleştirilen, uçan kuşa borcu olan bir sınıf öğretmendir İdris. Hafta sonlarını susuz bir kuyudan su çıkartmaya çalışır, köpeği kaybolunca hüngür hüngür ağlar... Tüm bu yaşantıların karşısında partneri ve oğlundan eksiksizlik beklentisi dışında tanıma imkanını neredeyse hiç bulamadığımız anne Asuman.
Sinan da babası gibi sınıf öğretmenliği okumuştur ancak öğretmenlik de tıpkı doğup büyüdüğü kasaba gibi Sinan’ın arzularını taşımaktan aciz, ve onları gerçekleştirmesi için yeteri kadar büyük olmayan mecralardır. Sinan “Ahlat Ağacı” adında bir roman yazmıştır ve filmin ilk bölümünde bu kitabı bastırmak için gösterdiği mücadeleyi izleriz. Bu mücadele süresince tümgüçlü /eksiksiz bir tutum sergileyen Sinan anne baba çocuk üçgeninde gerçekleşenler nedeniyle önemli dönüşümler gösterir: Önce askere gider, sonra babasının susuz kuyusuna iner...
Oldukça tutarlı bir kurguyla ödipal süreçleri işleyen Ahlat Ağacı, ataerkil aile ve toplumda erkeksi tümgüçlülüğün inşasını anlatmak açısından oldukça başarılıyken; eksik/tümgüçlü olmayan bir otorite figürü ile özdeşim kurmanın mümkünlüğü açısından da umut verici.
"The morning after the death of God consequently is a nasty hangover without us having had the party the night before; our parents had the party, celebrating their triumph over and departure of a prohibitive father and we are left with cleaning up the mess of their enjoyment. This persistent hangover, as we’ll see, is variously referred to as guilt, nausea, anxiety or, more often nowadays, ‘depression’. In Pessoa’s case, it is even worse of course: he is at ‘the bottom of a bottomless depression’ and the reason, I will suggest, is because, like many of his contemporaries he admits, ‘I never had anyone I could call Master’. And what is the Master good at? First and foremost, as we will see, the Master is good at enjoying."
"At least it hides the face partly. Well, so you have the apparent face, the apple, hiding the visible but hidden, the face of the person. It's something that happens constantly. Everything we see hides another thing, we always want to see what is hidden by what we see. There is an interest in that which is hidden and which the visible does not show us. This interest can take the form of a quite intense feeling, a sort of conflict, one might say, between the visible that is hidden and the visible that is present."