Bir anlığına çıplaklığın artık toplum için kabul edilebilir bir durum olduğunu ve kimsenin bizi çıplaklığımız ile ilgili ayıplamayacağını, yargılamayacağını varsayalım. Toplumsal ve ahlaki bir değerin böyle keskin bir değişim yaşadığı bu durumda kendimizi kamusal bir alanda çırılçıplak hayal edelim. İçinde yaşadığımız dünyada çoğumuzun hissedeceği yanlış bir şey yapıyor olduğuna inanmanın yarattığı utanç ve suçluluğu; yaşadığımız kentin, kasabanın ya da köyün meydanında, etrafımızda bizi garipseyen ya da ayıplayan tek bir bakışla bile karşılaşmadığımız bu durumda da yine hisseder miyiz?
Yukarıda paylaştığım hayali hikayenin, bir çok açıdan yaşamımızın başlangıcı itibariyle içine düştüğümüz durumu andırdığını fark edebiliriz. Her birimiz çıplak bir şekilde bu dünyaya geldik; bu çıplaklığımızdan dolayı kimsenin bizi ayıplamadığı gibi bildiğimiz kadarıyla hiçbirimiz çıplaklığımızdan dolayı utanç ve suçluluk da hissetmedik. Yeni doğmuş, çıplak bedeninden utanan ve örtünmeye çalışan bir bebekle karşılaşmak bedenini gizleme ve örtme ihtiyacı hissetmeyen bir yetişkinin çoğumuza hissettirdiğine benzer bir biçimde oldukça tekinsiz hissettirecektir. Nasıl oluyor da yaşamımızın başlangıcında bize oldukça doğal gelen bir durum, yaşamımızın ilerleyen dönemlerinde bir zamanlar öğrendiğimiz bu yasak ortadan kalktığında dahi bir utanç ve suçluluk kaynağına dönüşebiliyor?
Bu sorunun cevabını ararken yaşamımızın erken dönemlerinde, bize sınırlar koyan, toplumsal bir varlık olabilmemiz adına bize gerekli gördüğü durumlarda hayır diyen Öteki’nin karşısında aldığımız pozisyonun niteliklerine bakmak gerek. Öteki bize her istediğimizi yapamayacağımızı söyleyerek, sadece saldırganlığımıza değil yaşam içgüdümüze de sınırlar koyarak bu dünyayı hem özne için hem de toplum için yaşanılır kılandır. Bu engellenme ve sınırların karşısında isteklerinden ve özgürlüğünden vazgeçmek zorunda kalan öznenin mutlu mesut bir hayat sürmesinin yegane yolu yaşadığı bu engellenmeleri anlamlandırmasıdır. Bedenini örtmesi gerekir, çünkü örtünmemesi ayıp, günah, toplum için yıkıcıdır. Bu anlamlandırma öznenin kuruluşunda o kadar temel bir işlev görür ki, yaşamının ilerleyen dönemlerinde, aynı yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi, bu yasak ve engellenmenin ortadan kalktığı durumlarda dahi sanki hiçbir şey değişmemişçesine hareket etmeyi sürdürecek, olaylar karşısında hissettiği duygular neredeyse hiç değişmeyecektir. Diğer bir deyişle, tüm yasaklarla ilişkimizde olduğu gibi yukarıda anlattığım çıplaklık senaryosunda da kişinin ayıplanmaması utanç ve suçluluk hissetmemesi için ne yazık ki yeterli değil. Yasa koyan babanın öldürülmesinin, o yasalarının ortadan kalkmasına neden olmak bir yana, yasalara nasıl da güçlü bir şekilde biat etmemize neden olduğunu Freud Totem ve Tabu’da bizlere anlattı. Yasağın fiilen ortadan kalktığı bir durumda dahi “Dışsal bir ceza tehdidine ihtiyaç duyulmaz, çünkü ihlalin dayanılmaz bir felakete yol açacağı konusunda içsel bir eminlik, bir ahlak inancı vardır (S.Freud, Totem ve Tabu, sf.81).”
Bu felaketin nasıl korkutucu olabileceğini, bu felaketle karşılaşmamak için nelere katlanabileceğimizi Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos 2009 yapımı Köpek Dişi filminde oldukça sarsıcı bir şekilde anlattı. Babalarının, yani Öteki’nin tarif ettiği dünyada yıkıcı bir felaketle karşılaşmamak adına ömürleri boyunca babaları nasıl davranmalarını istiyorsa öyle davranan üç yetişkin kardeşin hikayesini anlatır Köpek Dişi. Babalarının vahşi bir canavar olduğunu söylediği kediyi kovalamak için hiç sorgulamadan havlayarak kediyi korkutmaya çalışırlar; yine babalarının sözleri aracılığıyla bildikleri, tehlikelerle dolu dış dünyaya henüz hiç adım atmamışlardır. Çünkü bu tehlikeli dünyada ancak köpek dişi düştükten sonra hayatta kalabilmek mümkündür, babaları öyle öğretmiştir çocuklarına. Yorgos Lanthimos’un bu film aracılığıyla yaptığı en önemli şeyin bizlere hakikatimizi gösteren bir ayna tutmak olduğuna inanıyorum; gözlerimizi kaçırmak istediğimiz bir ayna. Bakışımız üstüne düştüğü an midemizi bulandıran; bu mide bulantısıyla ancak aynada gördüğümüz yansımamızı yadsıyarak başa çıkabildiğimiz bir ayna. Çocukken gittiğim lunaparktaki aynalarla dolu oda aklıma geliyor. Kendimi çok uzun ya da çok kısa, çok şişman ya da çok zayıf; yamuk yumuk görebildiğim aynalar. Yorgos Lanthimos’un bize tuttuğu aynasından yansıyan görüntüdeki yamukluğu da o lunaparktaki odadaymışçasına aynaya atfediyoruz. Böylelikle tüm yamukluğumuzu gözden uzak tutmak mümkün oluyor. Böylelikle davranışlarımızın, düşüncelerimizin, yapıp ettiklerimizin gerçekten de anlamlı olduğuna inanmak mümkün oluyor. Öteki türlüsü her birimiz için oldukça örseleyici ne de olsa. İyi ya da kötü tüm yaptıklarıyla Kyrie Irving, bu örselenmeyi güçlü bir şekilde deneyimlediğini düşündürüyor bana.
2011 yılında NBA’e büyük bir yetenek olarak adım atan Kyrie’den diğer bir çok yetenekli sporcudan beklendiği gibi kendini yaptığı işe adaması ve eylemlerini belirlerken “beyazların da ayakkabı aldığını göz önünde bulundurması”, Öteki’nin gerekli gördüğü hallerde sahte bir duyarlılık mesajı verirken kazandığı paranın keyfini sürmesi ve suya sabuna ancak Öteki’nin izin verdiği kadar dokunması beklendi. Öbür türlüsü düşünülemezdi çünkü Freud’un da dediği gibi “Her türden şey yasaklanır; ama nedenini bilmezler, sormak da akıllarına gelmez. Tersine, sanki açık bir gerçekmiş gibi bu tabulara boyun eğerler ve ihlalin otomatik olarak şiddetle cezalandırılacağına inanırlar (Totem ve Tabu, sf.75-76).” Kyrie de kariyeri boyunca ondan beklenenleri karşılayamadığı oranda tartışmalı bir figüre dönüştü ve cezalandırıldı. Ani ruh hali değişiklikleri göstermesi (her ne kadar takım arkadaşları ve koçlarının eleştirisine konu olmasa da) uzaktaki ötekiler için tekrar tekrar konuşulacak bir gündem oldu. Hayatta basketboldan daha önemli şeylerin olduğunu, pandemi döneminde ortaya çıkan politik hareketleri yavaşlatacağına inandığı için maçların oynanmaması gerektiğini söylediğinde “önce işini yap” dendi; ırkçı polis şiddetiyle öldürülen George Floyd ve Breonna Taylor’ın ardından yaptıkları, sadece ona yönelen eleştirileri savuşturmak için gerçekleştirdiği manipülasyonlar olarak nitelendirildi. Gazetecilere “piyon” diyerek sorulan sorulara cevap vermeyi reddetmesi büyük eleştirileri beraberinde getirdi. Son olarak ABD kongre binasının aşırı sağcı gruplar tarafından basılması sonrasında herhangi bir açıklama yapmadan bir süre takımını terk etti Kyrie; bu dönemde kardeşinin doğum günü partisinde çekilmiş görüntüleri ortaya çıktı ve bu davranışlarıyla her türlü saldırının hedefi oldu. Hakkında yapılan eleştirilerin her biri haklı olsa dahi, onu böyle davranmaya iten düzenin ve şartların eleştirilmesine bir türlü sıra gelmedi.
Ne yazık ki ataerkil-kapitalist değerler çerçevesinde yamukluğunu canı pahasına yadsımak zorunda hissedenler için Kyrie, psikiyatrik tanılarla damgalanıp hakkında her şeyi biliyormuşçasına aşağılanan biri olmanın ötesine bir türlü geçemedi. Hemen herkes Kyrie’nin bu davranışlarının profesyonelliğe sığmadığını, Kyrie’nin çevresi için zehirli bir karakter, empati yoksunu, deli ya da bipolar olduğunu söyleyip durdu. Öteki’nin onun için çizdiği sınırları korkusuzca aşan, bu cesaretiyle de bir çoklarına ikiyüzlülüğünü hatırlatan Kyrie, spor medyasının en muhalif kesimlerinin dahi midesini bulandırıyor. Aynı Köpek Dişi filminin yaptığı gibi. Ancak bu sefer sinema salonunu terk etmek, filmi kapatmak mümkün değil; bu nedenle Kyrie Irving’in susması, işini Öteki’nin istediği şekilde yapması, bize yadsıdığımız ikiyüzlülüğümüzü hatırlatmaması tek arzumuz.
Her türlü ayrımcılığın “ayrımcılığa sıfır tolerans” politikası altında rahatlıkla sergilenebildiği, sevgi sözcüklerini en çok kullananların nefretlerini en kolay sergileyebildikleri, her bir savaşın barışı getirmek üzere başladığı, gelişim vaadiyle bize umut veren bilimin dahi kitleleri kontrol etmek adına fütursuzca kullanıldığı günümüz dünyasına dair gözlemlerini Slavoj Zizek, Kırılgan Temas kitabında şu sözleriyle aktarır: “İnceliğin hüküm sürdüğü, insanın duygularını açıkça ortaya sermesinin en büyük kabalık olarak görüldüğü bu evrende, her şey söylenir, en acılı kararlar verilir, en hassas mesajlar iletilir - gelgelelim bütün bunlar resmi bir konuşma kılığına bürünerek gerçekleşir. Muhatabıma şantaj yaparken bile, bunu yüzümde nazik bir gülümsemeyle, ona çay ya da kek ikram ederek yaparım (sf.17).” Kyrie’nin tüm yaptıkları, onu örseleyenin Zizek’in bu sözleriyle tarif ettiği hakikat olduğunu düşündürüyor bana.
Köpek dişini parçalayarak evden dışarı çıkmayı başarabilen Kyrie’nin bu örselenmeler ile nasıl başa çıkacağı hayatını, kariyerini ve temas ettiği bir çok ötekinin hayatını önemli bir biçimde değiştirebilir. Kendi duygularını nasıl deneyimleyeceğine dahi karar vermeye yeltenen Öteki’nin karşısında utanmadan ve suçlu hissetmeden çıplak durabilmeyi başaran Kyrie’nin, bu tutumuyla ataerkil-kapitalist değerlerin en çok hissedildiği spor endüstrisinde bir çok değişime ön ayak olma potansiyeli olduğunu fark etmeliyiz. Irkçı polis şiddetiyle öldürülen George Floyd’un ailesine aldığı ev de, pandemi döneminde basketbol oynamamaya karar veren kadın basketbolcular için yaptığı 1.5 milyon dolar bağış da bu potansiyelin birer kanıtları. Diğer taraftan Öteki’ne dair duyduğu haklı güvensizliğin onu zaman zaman düşünmeden davranmaya, aklına ilk geleni yapmaya, hatta düz dünya komplo teorisine inanmaya kadar sürüklediği düşünülürse, bu güvensizliğin hem kendisi, hem de toplum için yeterince işlevli bir sonuç doğurmama ihtimali de hiç az değil.
Kyrie’nin aynada gördüklerinin nasıl bir sonuca yol açacağını belirlememiz ne yazık ki pek mümkün gözükmüyor. Dahası Kyrie hakkında güzellemeler yapılacak bir figüre dönüşecek mi, oldukça şüpheliyim. Ancak spor endüstrisinde gerçek bir değişim için elimizde daha iyi seçenekler var mı, ondan da pek emin değilim. Belki de bu noktada her birimizin yapması gereken şey mide bulantısını göze alıp o aynaya bakmaktan fazlası değildir, aynı Kyrie’nin yaptığı gibi.