× ANASAYFA HAKKIMDA BLOG

 

            Kendi eksikliğinin/iktidarsızlığının farkında olmayan otorite figürlerinin onlara eksikliklerini/iktidarsızlıklarını hatırlatan herkese ve her şeye neler yapabileceğini gün be gün görüyor/yaşıyoruz. Peki otorite her zaman tümgüçlü, eksiksiz ya da psikanalitik teori çerçevesinde sorarsak fallusa sahip mi olmalıdır? Eksik/iktidarsız bir otorite figürü ile özdeşim kurmak mümkün müdür? Ve eğer mümkünse bu özdeşim sürecinin nitelikleri nelerdir ?

Bu çalışmada, tüm bu sorular perspektifinde Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filmini psikanalitik teori çerçevesinde incelemeyi amaçlıyorum. Çalışmanın ilk bölümünde  filmin kısa bir özetini verdikten sonra devamında filmin ana karakteri olan Sinan psikanalitik bakış açısı ile değerlendirip, Sinan’ın davranış motifleri, bu davranış motiflerindeki değişimleri anne-baba-çocuk üçgeninde açıklamaya çalışacağım.

Ahlat Ağacı, otorite/karizma ve onun altını oymaya hazır öteki olarak özne temasını merkezine alan bir baba oğul filmi. Üniversiteyi bitirip büyüdüğü kasabaya “kısa bir süreliğine de olsa” dönen Sinan, babasına benzer bir şekilde  üniversitede sınıf öğretmenliği okumuş olsa da babasından farklı olarak bu mesleği yapmayı istememekte.

Öğretmenlik de, tıpkı doğup büyüdüğü kasaba gibi, Sinan’ın arzularını taşımaktan aciz ve onları gerçekleştirmesi için yeteri kadar büyük olmayan mecralardır. Sinan “Ahlat Ağacı” adında bir roman yazmıştır ve filmin ilk bölümü boyunca bu kitabı bastırmak için gösterdiği mücadeleyi izleriz. İlk olarak bir belediye başkanından, sonrasında turizm işi ile ilgilenen bir sermaye sahibinden ekonomik yardım ister. Kitabını o çevrede bir hayli ünlü bir yazara okutup geri bildirim vermesini bekler. Ancak detaylarını metnin devamında açıklamaya çalışacağım bu temaslarda Sinan beklediği yardımı bir türlü göremez. Kitabını babasının çok sevdiği köpeğini satarak bastırmayı başaran Sinan, kitabını annesine verdiğinde gerçekleşen diyalog sonrasında ise önemli bir dönüşüm gösterir: Önce askere gider, sonra babasına en iyi ihtimalle onun kadar olabileceğini söyler. Metnin ilerleyen kısımlarında sözü edilen bu dönüşümü psikanalitik çerçeve temelinde anlamlandırmaya çalışırken, Sinan’ı bu dönüşüme götüren temasların izini süreceğim.

            Yukarıda da belirtildiği üzere psikanalitik bir çerçeve ile değerlendirdiğim bu filmde Sinan karakterinin anlaşılmasına yardımcı olacağını düşündüğüm bazı sahnelere değineceğim. Ancak bu sahneleri filmin bütününden bağımsız birer imgelermiş gibi incelemediğimi; tüm bu sahneleri filmin bağlamı ve filmdeki örüntüler içerisinde değerlendirildiğimin altı çizmek isterim. Metnin bundan sonraki kısmında Sinan’ın anne-babasıyla olan ilişkisini dışarıda bırakarak film süresince temas ettiği diğer ötekilerle arasında geçenlere odaklanacağım. Sonrasında ise Sinan’ı bu temaslarında tekrar eden davranış motiflerini kullanmaya iten Ödipal durumdan bahsedeceğim. Bu anlamda metnin akışıyla filmin zaman çizelgesi arasında tam bir paralellikten söz etmek mümkün değil.

            Belirttiğim üzere filmin ilk kısmında Sinan Ahlat Ağacı romanını bastırmak için yardım aramaktadır. İlk olarak kasabanın belediye başkanından yardım ister ancak belediye başkanına İdris’in oğlu olduğunu utanarak söyler. Belediye başkanı kitabı için gereken bütçeyi az bulsa da belediye bütçesinden bu gibi harcamalar yapmasının mümkün olmadığını ifade ederek Sinan’ı kitap okumayı çok sevdiğini ve bu gibi işleri her zaman desteklediğini söylediği turizmci İlhami’ye yönlendirir. Sinan’a kitabının konusu sorduğunda ise Sinan kitabının turistik bir kitap değil, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmamış bir kitap olduğunu büyüklenmeci bir şekilde belirtir. Sinan’ın kitabı için gerekli parayı almak için gerekirse çöpçülük bile yapabileceğini söylemesi belediye başkanına belediyeyi dolandırıp kaçan bir çalışanının da bir kitap yazdığını hatırlatır. Belediye başkanı ile bu temas istediği ekonomik yardımı alamaması, namussuzun teki olduğu söylenen bir çöpçü ile bir tutulması gibi narsisistik örselenmeleri de beraberinde getirir. Filmin ilk bölümü bir anlamda Sinan’ın bu gibi örselenmelerle başa çıkmak ve aldığı yaraları onarmak adına neler yaptığını anlatmaktadır.

            Aradığı finansal desteği bulamayan Sinan, belediye başkanının tavsiyesi üzerine kum ocağı işleten, “sadece lise mezunu” turizmci İlhami ile görüşür. Sinan’ın savunucu halini İlhami ile gerçekleşen bu görüşmede de görmek mümkündür. Kitabına şöyle bir bakan ve okumaya gerek duymayan İlhami’nin kitap yazma işiyle kum ocağı işini benzetmesi, Çanakkale’ye dair yazılan bir romanda şehitlikten bahsedilmesi gerektiğini ifade etmesi Sinan’ı yine yaralayacaktır. Bu yaralanma sonrası Sinan İlhami’nin hayat görüşü ve önem verdiklerini değersizleştirdiği uzun bir konuşma gerçekleştirir ve bir kapı daha kapanmış olur.

            Sinan’ın bu iki temasında ilişki kurduğu ötekilerin para ve erkeksi gücü elinde bulunduran; tüm çelişkilerine, zayıflıklarına ve eksikliklerine rağmen bu çelişki, zayıflık ve eksikliklerden bir haber olan/bunları güçlü bir şekilde yadsıyan erkekler olması oldukça anlamlı. Detaylarını ileride açıklamaya çalışacağım Ödipal meselesiyle ilgili önemli ipuçları barındırıyor bu temaslar.

            Sinan’ın ilişki kurduğu ötekine yönelen saldırgan tutumu ilkokul arkadaşı Hatice ile karşılaşmasında da karşımıza çıkar. Liseden sonra okula devam etmemiş olan Hatice’ye yaşadığı kasaba ve kasabadaki insanlar ile ilgili şunları söyler Sinan: “Ne bileyim, sevmiyorum buraları. Dar kafalı, hoşgörüsüz, bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen bir sürü insan. Burada ömür çürütmeye niyetim yok!”

         Hatice ile bu temasında da, önceki temaslarında olduğu gibi yine ilişki kurduğu ötekini küçümseyerek onu öfkelendirmeyi başarır Sinan. Öyle ki sahnenin devamında Sinan ile öpüşen Hatice, onun dudağını sert bir şekilde ısırır. Tüm o küçümsemelere, değersizleştirmelere maruz kalmış Hatice’nin cinselliğine karışmış bir saldırganlık vardır sanki.

            Hatice ile bu karşılaşmalarında Hatice’nin evleneceğini öğrenir Sinan, ancak Hatice çocukluk aşkı olan Rıza ile değil filmin başında karşılaştığı kuyumcu ile evlenmektedir. Sinan’ın filmin henüz ilk sahnesinde karşılaştığı kuyumcudur bu; Çanakkale’den dönen Sinan’a orada hayat var mı diye soran kuyumcu “Parasız adama hayat nerede var” cevabını almıştır. Yani parası olan kuyumcu için hayat varken Sinan ya da Rıza için hayat yoktur. Bu bir diğer narsisistik yaralanmadır, kuyumcunun karşısında ezilmiş ve iğdiş bir Sinan vardır ancak Sinan bu durumu değiştirmek için de elinden geleni yapmaya hazırdır.  Ona eksik/iğdiş hissettiren ötekilere neler yapabilme potansiyelinin olduğunu Hatice’yle ayrıldıktan hemen sonra arkadaşıyla arasında geçen telefon görüşmesinde söylediklerine kulak vererek anlamak mümkün.

            Öğretmen olarak atanamayıp polis olmaya karar veren arkadaşıyla arasında geçen bu telefon görüşmesinde  “Diktatör olsam buraya (Çan) atom bombası atarım” der Sinan. Konuşma süresince adı geçen tüm nesnelere büyük bir hazla küfredilir.

            Buraya kadar sözü geçen tüm ilişkilerinde ilişki kurduğu ötekini değersizleştiren, onlara saldıran Sinan’ın arkadaşına karşı tutumu çok daha destekleyici ve işbirliğine açıktır. Ne de olsa arkadaşı haset duyabileceği bir konumda olmak bir yana, Sinan’ın olsa olsa bir yenilgi gibi deneyimleyebileceği şekilde polis olmuş biridir  (diğer bir deyişle fallik babanın değerlerini korumak adına sıradan, isimsiz biri olmayı kabul etmiştir). Bu temas, Sinan’ın diğer temaslarıyla aynı zeminde ama onlardan farklı bir ilişki kurma biçimi ortaya çıkarır.

            Konuşmalarının devamında arkadaşı Sinan’a eylem yapanlara nasıl şiddet uyguladığını büyük bir keyifle anlatır. Stresimizi insanlardan alıyoruz deyip aralarında gülüşürler.  Bu zihinsellik için ortak bir ilkenin etrafında buluşmuş, bu ilkenin kudretinden sual etmeyen özneler olarak yanlarında değil karşılarında gördükleri ötekilere saldırmak, onlara zulmetmek bir haktır. Etrafında buluşulan bu değerler de ataerkil kapitalist değerlerdir elbette. Konuştukları dille, inançlarıyla, yaşam biçimleriyle kişinin ve onun özdeşim kurduğu değerlerin mutlak ve tek doğru olmadığını haykıranlar ise ortadan kaldırılmayı hak etmektedirler ne de olsa. Bu durum bir toplumun karşısındaki azınlıkların, bir erkeğin karşısındaki kadının ya da Ahlat Ağacı filminde gördüğümüz üzere Sinan’ın ilişki kurduğu ötekilerin başına gelebilir.

            Benzer bir saldırganlığın ortaya çıkacağı bir sonraki sahnede Sinan ve arkadaşları Hatice’nin düğününü uzaktan izler. Sonrasında ise hep beraber arabaya atlarlar ve kaydırarak kullandıkları arabayla sahile giderler. Kullandıkları araba ve arabayı kullanış biçimleri, giyim tarzları ve davranış biçimleriyle “atom bombasıyla ortadan kaldırılması gereken”, Sinan’ın küçümsediği kişilerdir bu çocukluk arkadaşları. Sahile vardıklarında Rıza ile Sinan arasındaki diyaloğa şahit oluruz. Sinan kendi örselenmelerini de Rıza’ya yansıtarak şu sözleri söyler: “Aslında o kadar da önemli biri olmadığımız ortaya çıktığında neden üzülüyoruz ki hemen? Bunu temel bir aydınlanma alanı olarak ele alabilsek daha iyi olmaz mı? İnanmak dediğimiz şey sonuçta insanın içinde başlattığı bir eylemdir. Ve güzelliğe, ve aşka inanmak kadar ayrılığa da inanmak, hazır olmak gerekir. Yani her güzelliğin sonunda bir kopuş, bir ayrılık pusuda bekler. Madem öyle o zaman başımıza gelen bu gibi tatsızlıklara, bizi kendi bilinmeyenlerimizle yüzleştiren hayırlı felaketler gözüyle bakmamız̧ gerekmez mi?” Aralarında yükselen tansiyon Sinan’ın şu sözleri ile kavgaya dönüşür: “Bu dünyada ayrılık denen olasılığı hiç aklına getirmeden Polyannacılık yap; sonra hayatın gerçekleri bir tarafınıza girince başkalarını suçla”.

            Sinan, Hatice’nin kuyumcuyla evlenmesinin onu yaralamış olduğunu fark etmek bir yana, kendi katlanamadığı hayal kırıklıklarını tümden Rıza’ya yansıtmakta ve Rıza’nın hayal kırıklığına da katlanamayıp onları değersizleştirmektedir.  Bu noktada Sinan’ın az önce Rıza’ya yönelen sözlerinin kendi içine düştüğü durumunu açıklamak için de kullanılabileceğini fark edebiliriz. Öyle ki Sinan’ın da tüm çabası aslında o kadar da önemli biri olmadığı ihtimaliyle karşılaşmamaya yöneliktir. Ve elbette Sinan’ın bu sözleri sonrasında Rıza Sinan’a öfkelenmiş, ona fiziksel bir saldırı gerçekleştirmiştir.

            Sinan’ın karşısındakini çileden çıkaran, nesnelerini bu saldırganlığın bir uydusu haline getiren bu davranışları Melanie Klein’ın (2012, sf.140) şu sözleriyle daha anlamlı hale gelecektir:

“Kendini ezilmiş ve iğdiş edilmiş hisseden bu çocuk, eğer saldırgan olursa (bu durumu) değiştirebileceğini düşünüyordu. Bu yıkıcı eğilimlerde önemli bir itici güç … hala bir erkek olduğunu tekrar tekrar kendisine kanıtlamaktı.”

            Erkekliğini ispatlamanın peşine düşmüş Sinan’ın bu tavrı KPSS’den çıktıktan sonra ünlü bir yazar olan Süleyman’la arasında geçenlerde de karşımıza çıkar. Sınavın ardından taşra edebiyatı konusunda bölgede oldukça tanınmış bir yazar olan Süleyman ile dedesinden çaldığı kitabı satmak için geldiği kitapçıda karşılaşır ve “Merhaba Süleyman Bey, size bir şey sorabilir miyim” şeklinde ona yaklaşır Sinan. Sinan’ın sahip olmadıklarına sahiptir Süleyman, yazdığı kitaplar basılmış ve oldukça iyi satıyordur. Süleyman’daki bu iyi özellikler Sinan’a yine kendinde olmayanı, eksiğini hatırlatır ve yine bu kendinde olmayanın yarattığı huzursuzlukla benzer şekilde başa çıkar. Kleinyen bir  perspektifle düşünürsek Sinan için Süleyman kendi hakkı olanı gasp etmiştir. Annesinin aradığı fallusa sahip olma fırsatıyla arasına giren bir üçüncüdür. Bu nedenle de hasetli saldırganlığının nesnesi olmaktan kaçamayacaktır. M.Klein (2012, sf.23) haseti ve hasetli itkiyi şu şekilde açıklar:

“Haset arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur; hasetli itki ise, o istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya kirletmeye yönelir.”

            Arzuladığı şöhret ve başarıyı gasp etmiş Süleyman’ın bu başarı ve şöhretini, onun kitaplarını sadece strateji gereği okuduğunu söyleyerek bozmaya yeltenir Sinan. Süleyman’ın kendi kitabı ile ilgili sorusuna verdiği cevap ise oldukça iddialıdır: “Benim yazılarıma öykü deneme diyecekler de çıkacaktır ama öyle değil. Kendi üzerine kitlenmiş oyuncaklı metoroman diyebilirim!” Aralarındaki konuşmanın devamında Süleyman’a bir konferansta hakkında yazılan biyografisini kendisinin yazıp yazmadığını soran Sinan Süleyman’ın kendisinin yazdığı cevabını alması üzerine şu sözleri söyler: “...Ondan sonra da alıcı bekleyen köleler gibi meziyetlerini ortaya dökmeye çalışan birini okusam ne olur okumasam ne olur diyorsun yani ister istemez.” Bu sözler üzerine öfkelenen Süleyman Sinan’dan uzaklaşır.

            Kernberg’e göre (1987, sf.796) “Özne, kendi dayanılmaz intrapsişik deneyimlerini nesnesine yansıtır, yansıttıklarıyla empati kurar ve nesneyi, dayanılmaz bu deneyime karşı savunmak için sürekli bir çaba içinde kontrol etmeye çalışır ve bilinçsiz bir şekilde, nesneyle fiili etkileşim içinde, nesneyi kendisine yansıtılanı deneyimlemeye yönlendirir.” Bu anlamda Süleyman’ın öfkesinin, Sinan’ın kendi katlanamadığı taraflarını Süleyman’a boca etmesinin bir sonucu olduğu söylenebilir. Ancak tüm bu değersizleştirmelerine ve saldırganlığına rağmen Süleyman’ın peşinden koşan Sinan, Süleyman’dan kitabını okumasını istemekten de geri durmaz. Sinan’ın bu davranışlarını Kernberg’in (2016, sf.44) şu sözleriyle anlamlandırmak mümkün: “Çoğu zaman bu eğilimler (büyüklenmecilik, değersizleştirme) bu hastaların diğer insanlardan doyum ve sadakat beklemeye imtiyazlı özel kişilermiş gibi muamele görmeye hakları olduğu yolunda kuvvetli bir bilinçdışı inanç şeklini alır.”

            Ancak ne yazık ki Süleyman Sinan’ın kitabını okumayı: “Her kitap yazdım diyenin kitabını okusak biz nasıl kitap yazacağız” şeklinde, onu ilk gördüğümüze kullandığı dilden bir hayli uzak bir şekilde, bir anlamda Sinan’ın dilini kullanarak reddeder.

            Süleyman’ın arkasından ona bakan Sinan, hemen yanında duran kadın heykelinin kolunun kırık olduğunu fark eder. Kırık olduğu dışarıdan fark edilmeyecek bir şekilde yerleştirilmiştir sadece. Etrafına bakıp onu gören, izleyen kimseler var mı diye kontrol eder Sinan; bir yasağı aşmak istiyor ancak aşarken de yakalanmaktan korkuyor gibidir. Sonrasında kolu suya ittirir.

            Arzusunu gerçekleştirmek için yardımına ihtiyaç duyduğu Süleyman, henüz terk etmiştir Sinan’ı. Bu tablo psikanalitik anlamda Sinan için ödipal rakibinin bir ikamesinin, ihtiyaç duyduğunu gasp ederek ona zulmetmesi olarak deneyimlenecektir. Zulme uğramış özne, bu durumu değiştirmek için saldırganlaşacaktır elbette.

Klein “Suçlu, zulme uğradığını hissettiği için başkalarına zarar verir (2012, sf.97)” der. Bu anlamda nesnesindeki iyiyi bozmaya yönelen saldırganlığın ödipal bir öznede nasıl ortaya çıktığına dair bir örnek olarak değerlendirilebilir bu denize itilen kol. Bu saldırganlığı elbette bir misilleme kaygısını da beraberinde getirecektir. Sinan’ı engelleyen, onun arzusuyla arasına giren kuyumcu, Süleyman, İlhami gibi figürler Sinan’ın saldırganlığının nedenleri olmuş, bu saldırıların hemen sonrasında da bu üçüncülerden gelecek bir misilleme kaygısı ortaya çıkmıştır. Klein sadistik saldırıların nesneleri nasıl misillemeci figürlere dönüştürdüğünü şu sözleriyle anlatır:

Engellenme tarafından uyarılan ve pekiştirilen saldırgan dürtüler, çocuğun zihninde, kendi saldırgan düşlemlerinin kurbanlarının, düşlemde (anne babasına yapmış olduğu) sadist nitelikli saldırıların aynısını ona yapmakla tehdit eden yaralı ve misillemeci figürlere dönmesine yol açar (M.Klein, 1945).

            Bu misilleme kaygısıyla kaçmaya başlar Sinan. Ancak nereye kaçar? Truva atının içine.  Ne yazık ki Truva atının içinde de yakalanır Sinan, yakalandığı anda da uyanır. Otobüste Çan’a dönerken gördüğü bir kabustur bu. Gerçek ne zaman bitip, rüya ne zaman başlıyor kestirmek güçtür bu sahnede. Ancak sanırım asıl önemli olan rüyanın nerede başladığı değil bize ne anlattığıdır.

            Bu noktada Truva atının özelliklerine bakmak anlamlı olabilir. Dışarıdaki düşmanlardan saklanmamızı, korunmamızı sağlayan, o düşmanlardan istediğimizi almak üzere içlerine sızmamızı sağlayan bir kese, bir zarftır Truva atı. Bu anlamda hem istediğimizi elde edebildiğimiz; hem de misillemelerden, iğdişten korunmamızı sağlayan bir yerdir. Tüm bu özellikleriyle de varoluşsal kaygılarımızın ortadan kalkmasını sağlayacağını sandığımız, uğruna savaşlar verdiğimiz bir pozisyondadır Sinan. Ancak elbette mutlak bir haz ve güvenlik içeren bu fantezilerin rüyasını görmek dahi dayanılmaz olacaktır her birimiz için. Bir el, bir kaza o rüyanın kesilmesi, sıçrayarak uyanmamız için gereklidir.

            Sinan’ı böyle saldırgan olmaya iten ödipal duruma geçmeden önce değinmek istediğim son temas Sinan ve kasabadaki iki imam arasında gerçekleşen uzun diyalogdur. Bu imamlardan biri dedesinden aldığı altınları vermeyen, ezanı dedesine okutup işinden kaytaran, yolda gördüğü elmaları izinsiz toplayan, yeni bir motor almış, dinin sorgulanmaması gerektiğini düşünen bir imamken, diğeri reformist denebilecek, İslam’ın daha modern bir şekilde yorumlanması gerektiğini savunan ve elindeki cep telefonu ile ilgilenen genç bir imamdır. Bu iki imamla gerçekleşen diyaloglarında Sinan’ın ötekini iğdiş etmeyi hedefleyen şu sözleri dikkate değer: “Bu teknolojik oyuncaklar o kadar güzelleşti ki, kutsal kaynaklarla tatmin olunamıyor sanki artık kolay kolay...İşte o yüzden de artık elinizdeki telefondan altınızdaki motora kadar teknoloji ile hemhal bir hayat sürerken işiniz gereği savunmak zorunda olduğunuz argümanları içselleştirmekte hiç zorlanmıyor musunuz ya?”

            Bu sürtüşmeleri nedeniyle Sinan’ı fikirlerini korkusuzca ve tutarlı bir şekilde savunan, belli idealler çerçevesinde hareket eden bir muhalif olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Nuri Bilge Ceylan film hakkında verdiği bir röportajda Sinan için şu kelimeleri kullanır: “Sinan’ı sadece anlaşılması zor değil, sevilmesi de zor bir karakter olarak kurmaya çalışmak bizim için önemliydi. Özdeşleşme yollarını tıkamak istedik biraz.”

            Bu bağlamda Lacan’ın şu sözleri ise Sinan’ın durumunu anlamamızı kolaylaştırır: “Egonun kırılgan/yalancı bütünlüğünün her tehdit edilişinde bütünlük ve eksiksizlik arzusuyla egoda üretilen enerji saldırganlığa dönüşür (akt., Kaptanoğlu, 2018)”. Evet, Sinan muhaliftir. Ancak onun muhalefeti kendi eksikliğini/yetersizliğini hatırlatan herkese ve her şeye saldırmak üzerine kuruludur. Bu durum imamlarla ya da yazar Süleyman ile yaşadığı sürtüşmeler incelendiğinde su yüzüne çıkar. Yaptığı din eleştirisinden hemen önce babasını ikindi namazından kaçtığı için eleştirir Sinan; aynı Süleyman’ı kendi biyografisini yazdığı için eleştirmesinden hemen önce kendi kitabını övmesi gibi. Sinan’ın eleştirilerindeki, dilindeki ve tavırlarındaki tek tutarlı yan ötekini değersizleştirmektir. Katlanılmaz bir şekilde ezilmiş ve iğdiş edilmiş hisseden Sinan tüm bu yanlarını karşısındakine yansıtır ve ona saldırır. Bir anlamda kendinde katlanamadığı taraflara yapılmış saldırılardır bunlar.

            Sinan’ı yukarıda örneklendirilen savunmaları kullanmaya iten, uzanmasını istediği yardım ellerini henüz uzanmadan ısırmasına neden olan, neredeyse tüm ilişkilerinde sürtüşme yaşamasını neden olan şey nedir peki?

            Bu sorunun cevabını aramak için Sinan’ın anne ve babası ile ilişkisindeki dinamiklerin ele alınması gerekir. Ancak öncesinde yeni doğmuş, kendini ve çevresini anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan insan yavrusunun hikayesine bakmak Sinan’ı da anlamamızı kolaylaştıracaktır.

            Dünyaya çaresizce bakım verenine muhtaç bir şekilde gelen çocuğun ilk karşılaştığı şey eksikliktir. Nasio yeni doğmuş bebeğin içine düştüğü durumu “ Ne kadar küçük olursa olsun bir bebeğin önemli bir şeyinin eksikliğini hissettiğini, bildiğini ve onun için acı içinde ağladığını çok iyi biliriz (2012, sf.29)” şeklinde aktarır.

            Bebek ancak ona bakım veren ile ilişkisini anlamlandırarak içine düştüğü bu eksikliği giderebileceğini sanır. Böyle bir eksiklik ve çaresizlikle doğan, bakım verenine muhtaç bebek, güvenli bir yer bulmayı amaçlayacak ve anneye ilişkin yerini “Annem için benim kıymetim nedir?”, “ Annem niye bir an yanımda, bir an yanımda değil?”, “Annemin istediği nedir?” şeklinde sorularla anlamlandırmaya çalışacaktır. Yeni doğanın içinde bulunduğu sevgi ve dehşet içeren bu başlangıç durumunu değiştirme çabası ise Oidipus Kompleksinin çekirdeğini oluşturur (D.Leader, 2011).

            Bebeğin içinde bulunduğu dehşet ve çaresizlik annesi yanındayken görece bir şekilde ortadan kalkmakta ancak anne ondan uzaklaştığında bu ortadan kayboluş tahammül edilemeyen bir delik, hiçbir açıklama getirilemeyen bir ihanet ya da terk edilme olarak yaşanmaktadır. Bu dönemdeki çocuğun arzusu bu ortadan kayboluşları ortadan kaldırmak ve anneyle bütünleşebilmektir. Bu amaç doğrultusunda çocuk annesinin arzuladığı her şey olabilmeyi arzular. Ancak böylelikle onu besleyen toprakla birleşmek, yani mutlak bir haz mümkün olacaktır (S.M.Tura, 2010).

            Bebek bu aşamada annenin  bu yok oluşlarını simgeleştirmeyi başarabilirse annenin arzusunun, onu çekenin ne olduğuna dair yanıtlar arayabilir. Bunun gerçekleşmesiyle birlikte bebek önemli bir örselenme ile karşı karşıya kalır: Annenin tüm arzusun karşılayabilen, tümgüçlü bir varlık olmadığı gerçeğiyle. Bu durumu değiştirmek için çeşitli girişimlerde bulunur bebek, bu girişimlere aldığı yanıtlar sonunda bu girişimlerinin başarısızlığa mahkum olduğu gerçeğinin farkına varır (D.Leader, 2011). Bebek bu aşamada annenin ötesindeki o mıknatısın kendisi olamayacağını, ama bir şekilde babayla ilişkili olduğunu anlar. Çocuk annenin de bir şeyler arzuladığını, yani annenin de eksik olduğunu; ancak ne yazık ki annesinin eksikliğini giderecek olanın kendisinde olmadığını acı bir şekilde fark eder. “Annenin arzuladığı babadadır.”

            Bu noktada altının çizilmesi gereken şey çocuğun yaşadığı engellenmelerin, früstrasyonların ve eksikliğin zorunlu bir şekilde çocuğu babaya götürüyor olmaması. Früstürasyonları babaya gönderen şey annesinin söylemidir. Anne, kendisiyle çocuğu arasındaki ilişkide simgesel bir üçüncüye yer verdiği oranda çocuğu kültürün dünyasına bağlamıştır (S.M.Tura, 2010).

            Bu üçüncünün, yani babanın, kişinin biyolojik babası olma zorunluğu, hatta gerekliliği olmadığını da ifade etmek önemlidir. Sınırlar koyan ve simgesel, imgesel ve gerçek yapılarını birbirine bağlama işini gören her şey, Baba-Adı sayılabilir (D.Leader, 2011).  Dolayısıyla annenin bakışını yönelttiği bir kitap, bir lider ya da herhangi başka bir şey çocuk için kültürel bir özneye dönüşme sürecinde bir üçüncü işlevi yani baba işlevi görebilecektir. Çocuk için babanın sözünün yasa değerini kazanması da ancak annenin bu sözü tanıdığı ölçüde mümkündür. Ve eğer bu durum gerçekleşmezse çocuk anneye tabi kalacaktır (S.M.Tura, 2010).

            Çocuğun anneye tabi kalması demek biyolojik varlık olarak çocuğun kültürel bir özneye dönüşememesi anlamına gelir. Bizi biyolojik bir varlıktan kültürel bir varlık olmaya iten bu ödipal süreçtir (S.M.Tura, 2010). Ancak burada önemle belirtmek istediğim konu nasıl bir kültürün parçası olacağımızın da bu süreçte belirleniyor olduğu. Yani bizi büyütenlerin baktığı yer değiştiğinde, içinde yaşadığımız kültürün niteliklerinde de değişmeler olur. Psikanalizin az önce anlatmaya çalıştığım ödipal süreci bir normallik standardı olarak nitelendirmediğinin altının çizilmesi oldukça önemlidir bu anlamda. Anlatılan ataerkil kültürde kimliklerin nasıl inşa edildiğidir sadece. Zizek bu durumla ilgili şunları söyler: “Gerçek bir Freudcu için … normalliğin standardı yoktur, ancak kaçınılmaz bir çıkmaz vardır (2012).”

            Yukarıda bahsettiğim, annenin arzusunun nesnesi, annenin eksikliğini giderecek olan şey ise psikanalitik kuramda fallus olarak adlandırılır. Fallus ile ilgili kavramsallaştırmalar Freud’dan Lacan’a önemli bir değişiklik göstermiştir. Freud, penisin her iki cinsiyetin kimliğinde oynadığı merkezi rolü tanımlarken; Lacan bu rolü, penisi bir organ veya bir nesne olarak değil de, bir gösterge olarak tanımlayan fallus olarak anlayarak açıklığa kavuşturur. Böylelikle Lacan fallusu penisten ayırarak psikanalitik teorinin cinsiyetçi yapısını ortadan kaldırmıştır.  Çünkü penisin fallus olmadığının ve dolayısıyla doğal bir imtiyazı olmadığının farkına varılması, onun ayrıcalığının ontolojik değil yapısal olduğunu ve imtiyazının ancak bir illüzyon olduğunu ortaya koyar. Lacan sembolik düzen ve öznelliğin yapısında da temel bir rol oynadığını düşündüğü (Vanheule, Hook, & Neill, 2019) fallus ile ilgili şunları söyler: “Annenin arzusu fallus olduğu içindir ki, çocuk onu tatmin etmek için fallus olmak ister (1994)”. Yani fallus bir anlamlandırmadır, neyin eksik olduğunun göstergesidir, asla erişilebilir olmamasıyla tamamlanmamışlığı simgeselleştirmenin bir yoludur; özetle fallus anne gerçekte ya da çocuğun fantezisinde her ne arzuluyorsa odur (D.Leader, 2011).  

            Bu kuramsal bilgilerin ışığında değerlendirildiğinde Sinan’ın babası İdris’in ataerkil sistemin dayattığı erkekliğe bir hayli uzak bir karakter olarak “fallik bir erkek” olmadığını söylemek mümkün. Ödipal anlamda fallus sahibi, karizmatik erkek olarak baba, ideal bir figür gibi sevilirken aynı zamanda bir yasakçı ve sansürcüymüşçesine ondan çekinilir (J.D. Nasio, 2005, sf. 114). Ancak İdris idealize edilen ve çekinilen biri olmak şöyle dursun; fallus sahibi olamayan, eksik/iktidarsız, alay edilen ve gözden düşmüş biridir.

            Filmin ilk sahnesinde kuyumcu ile konuşan Sinan, babasının kuyumcuya borçlarını ödemediğini öğrenir. İdris’in borçları ve at yarışı alışkanlığı evdeki yaşantının da tek gündemidir. Bir taraftan da kitapları seven bu gözden düşmüş babayla ilgili filmde duyulan ilk yorum anne Asuman’ın şu sözleridir:  “Sen kitapları seviyorsun da ne oldu? Konuşturma şimdi beni akşam akşam.”

            Asuman’ın bu noktadaki yakınmaları kitap okumakla karın doyurmuyor şeklinde de tekrar edilebilir.  Yani Asuman İdris’in kuyu kazmak, kitap okumak gibi uğraşları bırakıp fallik güce sahip bir erkek olmasını, para kazanmasını istemektedir. Bu noktada filmin başında Sinan’ın neden kuyumcuya “parası olmayana hayat yok” dediğini anlamak da mümkün. Mutlak haz dolu bir hayat, yani Nirvana ilkesi, ancak eksikliğinin yarattığı sıkıntıları yok edebileceğini sandığı konuma ulaşarak, annesinin arzuladığı fallusa sahip olarak mümkün olacaktır. Bunun en net kanıtı Hatice ile evlenen kuyumcu değil midir? Ancak bu noktada Sinan’ın ticaretle yapmak gibi uğraşlar yerine, babası gibi kitapları çok sevdiğini ve kitap yazıp ünlü bir yazar olmak istediğini tekrar hatırlamak da önemli. Bu durumu Sinan’ın annesinin arzusunun bir şekilde babasıyla ilgili olduğunun da farkında olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirmek mümkün.

            Hafta içleri ilkokul öğretmenliği yapan İdris, içerisinde su olmadığını tüm kasabalının bildiği bir kuyuyu kazmak için hafta sonlarını köyde geçirir. Kuyuyu kazmak için kendi babasının yardım ettiği bir sahnede, İdris’in babasını dinlemeyi bırakıp bir kurbağayı yakalamaya çalıştığını görürüz. Tümgüçlü, iktidar sahibi, öz kudretli dede ise bir tekmesiyle kurbağayı öldürür. Oysa İdris kurbağanın üzerine yanlışlıkla basılmasın diye onu yakalamak istemiştir. İdris’ten beklenen ise kurbağanın ezilmesini önlemek, kitap okumak gibi boş işler değildir. Gün geçtikçe daha da güçlü bir şekilde idealize edilen “adam gibi adam” olması, atalarının kudretine yaraşır bir erkek olarak karşısına çıkan tüm ötekilere gününü göstermesi ve erkeksi gururunu korumak adına elinden geleni yapmasıdır. Böyle bir kültürel düzlemde bir kurbağanın peşinden o ölmesin diye koşmak en iyi ihtimalle alay edilecek bir şeydir. Dedesi Sinan’a İdris’in bu eksik/iktidarsız halinin nedeninin çocukken yaşadığı şu olay olabileceğini söyler: “Bunu biz ufakken tarlada unuttuyduk kundakta da, böyle her yerini karıncalar sardıydı. Ondan mı böyle oldu ki bu?”

            Köpeği kaybolduğunda inleyerek ağlayan, bir kurbağa ezilmesin diye onu yakalamaya çalışan, Asuman’ın anne-babasının evlerinin kapısını sadece iyilik için onardığını söyleyen, doğayı seven, borçlarını ödeyemese de başını dik tutacak gururu olmayan İdris, tüm bu özellikleri nedeniyle kasabalının olduğu gibi, Asuman’ın da eleştiri ve değersizleştirmeleriyle karşı karşıya kalmaktadır sık sık. Sanki bebekliğinde etrafını saran; onu iğdiş eden, eksik bırakan karıncalar İdris’i hiç yalnız bırakmamış, sadece şekil değiştirmiştir.

            Çevresindeki herkesin ama en önemlisi annesinin babasına yönelik bu eleştirileri ve değersizleştirmeleri ile karşılaşan Sinan da elbette kendisinin eksik/iktidarsız kaldığı durumlarda, bu eleştirilerin odağında kalacağına dair kaygılılar yaşar. Metnin önceki kısımlarında paylaşmaya çalıştığım tüm saldırgan davranışlarını ve sözlerini Sinan aslında bu kaygılardan kurtulmak için sergilemiştir. Ancak bu kaygı içinde büyük bir fırsatı da barındırır: Eğer Sinan çok iyi tanıdığı babası gibi olmazsa bu kaygıdan kurtulabilir ve annesinin gözünde “eksiksiz”, “fallusa sahip”, onun arzuladığı gibi olabilirdi. Yani Sinan’ın annesinin arzuladığı fallusa sahip olmak için önünde büyük de bir fırsat vardır. Freud Sinan’ın da düştüğü bu durumu şu şekilde aktarır: “Bir çocuk olarak annesini arzulayan hiç kimse kendisini babasının yerine koymayı istemekten kaçamaz, düş gücünde kendisini onunla özdeşleştirmekten ve daha sonra ona karşı galip olmayı kendi yaşam görevi yapmaktan vazgeçemez (S.Freud, 1910, akt. C.Kaptanoğlu).

            Sinan da annesinin onaylayabileceği tümgüçlü/eksiksiz adam olabilmek için elinden geleni yapmaktadır. Her ne kadar babasına benzer bir şekilde kitap okumayı sevse ve aynı babası gibi sınıf öğretmenliği okumuş olsa da, babasının alay edilen, küçümsenen hallerinden olabildiğince uzağa düşmek ve büyük bir adam olmak istemektedir.

            Filmin bir sahbesinde dudağında Hatice’nin açtığı yara, yüzünde Rıza’yla olan kavgalarından kalan izlerle aynaya bakar Sinan. Aynanın yanında ünlü yazar ve şairlerin portreleri vardır. Ancak aynadan biraz daha küçüktür o hayranı olduğu yazarların fotoğrafları. Sinan’ın aynada gördüğü de bir portredir sanki; hayranı olduğu tüm o yazarların arasında, ama onlardan da büyük bir şekilde.

            Sinan’ın annesinin bakışında yakaladığı, annesini tatmin edebileceğini ve tamamlayabileceğini sandığı fantezisini görürüz bu sahnede. Çünkü ancak bu fantezi gerçekleştiğinde, onu besleyen toprakla, yani annesiyle bir bütün olmak mümkün olacaktır. Sinan’ı bu hali Darian Leader’ın şu sözleriyle birlikte de düşünülebilir:

Bu noktada ufak bir âşık gibidir çocuk; anne için bir şey “olmayı” dener, onu tatmin etmeye, tamamlamaya çalışır. Ayna evresindeki o sahte tamlık imgesine dönük hareket gibi, bu yeni çabalar da aynı imgesel şablona uygun gider: çocuk, olmadığı bir imge haline gelmeyi hedefler (D.Leader, 2011).

            Sinan bu fantezilerinin baltalandığı ve ona tümgüçlü ve fallik olmasını buyuran bakışın altında ezildiği durumlarda her seferinde saldırganlaşmaktadır.  Annesinin gözüne girmek için özdeşleşmeye çalıştığı; belediye başkanı, yazar, imam gibi ötekileri babasına yaptıkları gibi, onları iğdiş etmekten, eksiklikleriyle yüzleştirmekten haz duyan, duygusallığı aşağılayan Sinan için bu tutumun hedefinde de en çok ödipal rakibi olan babası vardır. Babasının bir fotoğrafın arkasına yazdığı sözleri şu şekilde küçümser: “Ne yazmış bak resmin arkasına: Sonunu bilmediğim bir yoldayım yürüyorum... Sonmuş, yürüyormuş... Sanki Tolstoy... Sende nerede o cesaret ya yürüyüp gidecek!”

Benzer bir tutumu Asuman’ın anne babasının kapısını onarırken ondan kuyudaki taşı çıkartmak için yardım isteyen babasına verdiği şu cevapta da görebiliriz: “Derdin bitmiyor hiç. Sen burada göze gireceksin diye senin şovuna alet olacağımız yok herhalde. Kaybettiğin itibarını kapı tamir ederek mi kazanacaksın geri? Eğer öyle düşünüyorsan tamir edilmesi gereken kapı değil; neyin eksikliğini çekiyorsan odur!”

Burada Sinan’ın bahsettiği eksiklik babasının tümgüçlü, kudretli ve iktidar sahibi yani fallusa sahip bir erkek olamayışıdır.

Nasio (2005) “Erkek, özü gereği sahip olduğunu sandığı kudreti kaybetme konusunda endişelidir.” der. Sinan da bu endişeyi yoğun bir şekilde yaşamaktadır ve bu endişeyi yatıştırmak ve kudretini kaybetmiş babasından farklı olduğunu kanıtlamak için her şeyi deneyecektir. Babasının çok sevdiği av köpeğini satarak kitabını bastırır. Sonrasında ek ders ücretlerini almak için babasının okuluna gider. Sınıf kapısında çantasından çıkarttığı kitabı eline alır ve babasıyla tüm konuşması süresince kitap elindedir. Babasında olmayanın, onun eksiğinin kendinde olduğunu babasına ama daha önemlisi kendisine göstermek istiyor gibidir.

            Elindeki bu kitapla babasının karşısına çıkıp ona dik dik bakan Sinan’ın bu hali Lacan’ın Fallusun Anlamı (1994) kitabının önsözünde bahsi geçen Daniel K. adlı vakayla önemli benzerlikler gösterir. Daniel K.  bir çok kitap yazmış başarılı bir yazardır. Ancak durmadan ne kadar kitap yazdığını saymakta ve “rafta benim kitaplarımdan iki buçuk feet var” diyerek kendini rahatlatmaktadır.  Dayanılmaz kastrasyon korkularının altındaki Daniel K.’nin bu oyunun fallik anlamını kendini fallusun yalnızca orada olduğuna değil, olağanüstü boyutta olduğuna inandırmaktır.

Daniel K. ile benzer bir motivasyonla kitabını eline almıştır Sinan. Babasının yanından parayı alamadan ayrılan Sinan’ın bu oyunu ise henüz bitmemiştir. Eve gelir ve babasını son kez değersizleştirdiğini gördüğümüz diyalog başlar:

Sinan: “Para gelmedi diyor ama bir yandan da kupon-mupon bir şey karıştırıyordu sınıfta, hangi para ile şey yapıyorsa artık... beni görünce kapatıyor bir de koluyla... anlamayacağız sanki.”

Asuman: “E niye engel olmadın madem gördün de? Alsaydın ya parayı elinden.”

Sinan: “Nasıl alayım canım yakasına mı yapışayım?”

Asuman: “Yapış tabi, yapış. Erkek değil misin sen? Sen yapışmayacaksın da kim yapışacak, bostan korkuluğu musun sen?”

            Sinan için erkekliğini kanıtlayacağı en önemli fırsatı (tam da erkekliğinin sorgulandığı anda) artık önündedir; fallusun yerine geçen olarak imzalı kitabını annesi Asuman’ın önüne fırlatır.

            Asuman gözleri yaşlı bir şekilde şu sözleri söylerken Sinan’ın gururu gözlerinden okunmaktadır:  “Öyle sevindim ki. Her zaman bir şeyler başaracağını biliyordum zaten. Buna inancımı hiçbir zaman kaybetmedim, hiçbir zaman. Bazen ileri geri konuşanlar oldu senin hakkında ama bunlara hiçbir zaman kulak asmadım. Senin için normal değil diyenler hatta deli olduğunu ima edenler bile oldu. Bilmiyorsun sen, nelerle uğraştım ben. Allah belalarını versin. İnanmadım hiçbirine. Biliyordum senin özel olduğun için bazı öyle değişik huyların, şeylerin olduğunu...

            Ancak bu konuşmanın seyri filmin akışında bir kırılma yaratacaktır. Kitabı borç alarak bastırdığını söyleyen Sinan, “hep bizim hayırsız borç yapacak değil ya” diyerek babasını bir kez daha değersizleştir. Anne Asuman ise bu kez İdris’in değersizleştirilmesine farklı bir tepki verecektir: : “O kadar güzel konuşuyordu ki, öyle bakakalıyordu insan. Herkes paradan puldan söz ederken, mal mülk hesabı yaparken; toprağın kokusundan kuzulardan, çayırların renginden falan bahsediyordu... Hala da öyle ya... Şimdi kızıyoruz sinir oluyoruz böyle konuşmalarına belki artık ama o zaman o kadar güzel geliyordu ki, yani ne bileyim güzeldi işte... e ben de 16 yaşındayım, böyle şey mi görmüşüz daha önce, kaçtık ettik öyle... ama gene de şimdi geriye dönsek yeniden, şimdiki kafamla, yeniden bir seçme şansı daha verilse bana, eminim yine aynı şeyi yapardım sanki, yine babanla evlenirdim yani.. evet saçma belki ama öyle... savunmak için söylemiyorum, hissettiğim şeyi söylüyorum”

            Asuman’ın bu tümgüçlü olmayan/iktidarsız yanları nedeniyle her zaman eleştirdiği; kasabalıların gözünde kuyu konusunda olduğu gibi bir kere bile haklı çıkamamış bu sorumsuz adamı hala; hem de çocukluğundan beri birlikte değersizleştirip küçümsedikleri bu işe yaramaz yanları nedeniyle sevdiğini öğrenmek çok örseleyicidir Sinan için. Sinan’ın arzusunu arzuladığı annenin, ödipal rakibine bu bitmez tükenmez aşkı büyük bir yenilgidir, hem de ona ithaf ettiği kitabı elindeyken. Böylece Sinan’ın kendi hikâyesindeki gerçeğe teslim olmaktan başka bir seçeneği kalmamıştır artık. Sinan karakterinin dönüşümü böylelikle başlamış olur. Bu dönüşüm sadece Sinan’ın değil, Sinan’ın ilişki kurma biçiminin ve nesne ilişkilerinin de dönüşümünün habercisidir.

            Annesinin arzuladığının kendisinde değil, tüm eksikliğine rağmen yine de babasından olduğunun yarattığı bu örselenme, (her ne kadar henüz Sinan farkında olmasa da) önemli bir rahatlamayı ve özgürleşmeyi beraberinde getirecektir. Çünkü çocuğun ancak bu örselenme sonrası annesini tamamlama veya doyurma özlemlerini bırakması mümkündür (D.Leader, 2011). Annesi için her şey olamayacağını, annesinin Sinan’ın ötesinde bir şeylerle ilgilendiğini fark edebilmiştir artık.

            Bu örselenmenin ardından askere gider; otoriteyi madara eden tümgüçlü Sinan yoktur artık. Askerden döndüğünde kitaplarının küflendiğini görür. Annesi ve kardeşi kitabı okumamıştır. Emekli olan babası köye yerleşmiş, emeklilik ikramiyesiyle de buzdolabı, aspiratör, bilgisayar alınmış ve borçlar ödenmiştir. Filmdeki örüntüler göz önünde bulundurulduğunda kitabının okunmamasının yarattığı narsisistik yaralanmayla yine saldırganlaşmasını, anne ve kardeşini değersizleştirmesini bekleriz. Ancak beklenen değersizleştirme bu sefer gelmez. Kitapçıya gidip kitaplarının satılıp satılmadığını öğrenmek ister. Ancak kitapçı kitabını hatırlamaz, kayıtlara baktığında ise kitabının hiç satılmadığı için depoya kaldırıldığını söyler. Sinan yine kendi eksikliği/iktidarsızlığı ile karşılaşmış ancak bu eksikliği saldırgan bir şekilde karşıya yansıtmak yerine onunla yüzleşmiştir.

            Sinan’ın gerçeklikle teması arttıkça bir tarafının öldüğünü hissederiz. Geçmişte bu kasabaya bu insanlara büyük geldiği inancını her an hissettiren Sinan, filmin bu noktasında babasına da farklı davranacaktır. Babasının cüzdanında kitabına dair gazete haberinin durduğunu görür. Tarlada karıncalar tarafından her tarafı sarılmış bebek, diğer tümgüçlü/iktidar sahiplerinden farklı olarak Sinan’ın kitabını önemsemiştir. Daha önce babanın yardım taleplerine hep burun kıvıran Sinan, bu sefer kendisi yardım teklif eder. Tüm kasabalının alay konusu olan kuyuyu önemsediğini gösteren sorular sorar babasına. İdris ise kuyudan su çıkartamayacağına ikna olmuştur artık.

            İdris’in askerlik sonrası planlarına dair sorusuna şu şekilde cevap verir Sinan:  “Ya öğretmen olup doğu göreviyle senin gibi gençliği yakacağız, ya da işte buralarda alakasız bir işe girip yine gençliği yakacağız. Sence ne yapayım?” İlk defa Sinan’ın babasının görüşünü önemsediğini anlarız, ilk defa tüm kararları tek başına ve en doğru şekilde veremediğinin farkında olduğunu ve en önemlisi en iyi ihtimalle babası İdris kadar olabileceğini düşündüğünü görürüz. İdris’in bu soruya verdiği cevapla Sinan’ın kitabını okuduğunu anlarız, hem de bazı bölümlerini iki kez okumuştur. Sinan kitabını okuyan biri ile ilk defa karşılaşmanın şaşkınlığını yaşarken İdris bir kez daha eksiklikleri/iktidarsızlığı ile barışıklığını gözler önüne serer: “Bu arada benden bahsettiğin bölümleri de anlamadım sanma, pek iyi bahsetmemişsin benden ama olsun öyle olacak tabi ya, gençler önceki kuşakları eleştirecek. Böyle olacak ilerleme, öyle değil mi?”Babasını, kendisini ve bazı açılardan dedesini bu uyumsuz, yalnız, şekilsiz ahlat ağacına benzettiğini söyleyen Sinan’a İdris’in cevabı şu şekilde olur:  “Herkesin bir doğası var dediğin gibi, bundan kaçış yok. İş bunu kabullenip sevebilmekte. Ahlat’ın meyvesi de şekilsizdir mesela dediğin gibi çok. Ama bazen onunla kahvaltı ediyorum burada. O kadar güzel geliyor ki.”

            Babasıyla gerçekleşen diyaloğu takip eden sahnede Sinan’ı kuyuda kendini asmış bir şekilde görürüz. Yukarıda bahsettiğim ölümdür bu, elbette gerçek bir ölüm değildir: Tümgüçlü, erkeksi, grandiyöz ego idealleriyle özdeşleşen Sinan ölmüştür sadece. Babasıyla kurabildiği özdeşimin de çok önemli bir göstergesidir bu ölüm. Sinan onu havalara atıp tutan iyi babayı görebilmiştir artık.

            Artık kuyuya inip su çıkarmak için kazabilir kuyuyu. Kuyuya vurulan her darbe aslında tümgüçlülük yanılgısı içerisinde kendi eksikliğini reddeden erkekliğe vurulan darbelerdir. Kuyunun dibinden bir türlü çıkarılamayan taş, Sinan’ın babasıyla özdeşleştiği bu tabloda hiçbir zaman ataerkil sistemin sahip olmasını istediği fallusa sahip olamayacağının bir metaforu olarak düşünülebilir. Bu anlamda toplumsal iktidarın küçük bir alegorisi olarak ailedeki iktidar örüntülerinin kurgulandığı, yeniden üretildiği bir filmdir Ahlat Ağacı. Nasıl ki ahlat ağacının meyvesi ancak olgunlaştığında yenebilir hale geliyorsa, kendi eksiğinin farkında olmayan, kendini öz-kudretli ve tümgüçlü sanan erkekliğin de bu olgunlaşmaya; yani kendi eksikliğini/yetersizliğini kabullenmesine ihtiyacı vardır. Bu kabullenmenin yaşanmadığı durumlarda -aynı Sinan’ın filmin büyük bir kısmında yaşadığı gibi- savunucu fallikliğinin sonucu olarak kişi, kırılgan ve esnek olmayan maskülen cinsiyet kimliğini korumak amacıyla daha katı karakteristik çarpıtmalar kullanacak; kendini cinsel güç, tahakküm ve agresif nitelikler ile tanımlayacaktır (Reis & Grossmark, 2009, sf26): Tam da içine doğduğumuz ataerkil/kapitalist sistemin tanımladığı, pekiştirdiği, kabul ve teşvik ettiği erkeklik!

            Tüm bu nedenlerle bu film, iktidar-karizma ilişkisini aile içinde ele alırken bizlere otoritenin mutlaka tümgüçlü/eksiksiz olmak zorunda olmadığını gösterir. Evet, psikanalitik anlamda kültürel bir özne olabilmek için bir üçüncü şarttır ancak bu üçüncünün zorbalıkla, vahşilikle tanımlanması gerekli değildir (S.Zizek, 2012).

            İdris’in tüm eksik yanlarıyla idealize edilmesi, onun değerleri ile özdeşim kurulması demektir. Özdeşleşilen bu yanlarıyla İdris, Sinan için artık karizmatiktir. Bu noktada niyetim elbette İdris’i idealize etmek değil; İdris’in de tartışabileceğimiz, eleştirebileceğimiz bir çok yanı olabilir. Ancak bu filmin bize verebileceği en güçlü mesaj başka türlü özdeşimlerin de mümkün olduğudur.

            Ötekine, bizden farklı olana saldırmak; onu alaşağı etmek gibi durumları insan doğasıyla açıklamaya çalışan perspektiflere de bir darbedir bu özdeşim potansiyeli. Her ne kadar psikanaliz doğuştan gelen bir yıkıcılığımızın, saldırganlığımızın olduğunu anlatsa da, bu saldırganlık ve yıkıcılığın nasıl bir sonuç doğuracağı nasıl bir bakım aldığımız, nasıl bir kültüre doğduğumuz, hangi ego idealleriyle özdeşim kurduğumuz, önümüze ne gibi seçeneklerin sunulduğu, ve bizden neyin beklendiğine göre şekillenir. Öyle ki uygun kültürel ve çevresel koşullarda bu yıkıcılık, suçluluk duygusunun ve genel olarak ahlaki ve sosyal duygular geliştirmenin altında yatan en önemli nedenlerden birine dönüşmektedir.  Klein bu dönüşümü şu sözleriyle aktarır:

Benim deneyimlerime göre, çocuğun annesinin bedenine saldırarak aynı zamanda babasına, erkek ve kız kardeşlerine ve daha geniş anlamıyla tüm dünyaya saldırdığına dair inancı, suçluluk duygusunun ve genel olarak ahlaki ve sosyal duygular geliştirmenin altında yatan nedenlerden biridir. Zira üst benliğin aşırı sertliği biraz olsun azaldıktan sonra, benliğe o hayali saldırıların hesabını sormak için yaptığı ziyaretler, çocukta nesnelerine vermiş olduğu hayali zararı onarmaya yönelik güçlü eğilimler uyandıran suçluluk duygularının ortaya çıkmasına yol açar. Şimdi, çocuğun yıkıcı düzlemlerinin bireysel içeriği ve ayrıntısı, onarım eğilimlerine dolaylı olarak hizmet eden yüceltmelerinin gelişiminin belirlenmesine, hatta başka insanlara yardımcı olma konusunda daha doğrudan arzuların üretilmesine yardımcı olur (M. Klein, 1933).

            Kültürel bir özne için narsisistik örselenmelerden ve iğdişten kaçmanın mümkün olmadığını, hatta gerekli olduğunu biliyoruz. Ancak asıl mesele bu hayal kırıklığı ve narsisistik örselenmelere nasıl cevap vereceğimiz: Bir kurbağa ölmesin diye peşinden mi koşacağız, kitapları ve doğayı sevip, gördüğümüz bozuk kapıyı mı onaracağız, yoksa bize eksikliğimizi, tümgüçlü olmadığımızı hatırlatan tüm ötekileri, azınlık grupları, doğayı ve hayvanları ortadan kaldırmak için sadistik bir şekilde onlara mı saldıracağız.

 

--

*Nika Yayınevinden "Karizma ve Lider Kültü" başlığıyla yayınlanmış kitapta aynı başlıkla yer alan metnin genişletişmiş halidir.