× ANASAYFA HAKKIMDA BLOG

Aşırı liberalizmin, mali piyasaların vurgunculuklarının, doğanın kontrolsüz istismarının ve toplumun totaliter idaresinin dayattığı "araçsal akıl", sahiplenme ve hükmetmeye doğru bir eğilim ile nitelenen paranoid-şizoid bir konumdan kaynaklanmaktadır. Buna karşılık, onarıcı akıl, bastırma ve araçsalcılıktan daha çok başkalarına saygı ve başkalarını düşünme üzerine kurulu bir toplumu bir araya getirir ve düzenler. Melanie Klein'ın eseri, bu şekilde birincil ahlak üzerine kurulmuş insan doğası ile ilgili bu görüyü destekler... Kleinci benliğin "mutlu olmak için onarım yapmaya" ihtiyacı vardır. J.Kristeva

 

            Canımızı “gerçekte” neyin sıktığını bilmeden; bilsek de konuşmadan, itiraf etmeden canımızı sıkanla başa çıkmak mümkün mü emin değilim: Adını koyamadığımız, dile dökemediğimiz şeyle başa çıkmanın, barışmanın; biz kafamızı ne kadar öte yana çevirsek de “o” orada dururken etkisini daha az hissetmenin mümkün olmadığına sonsuz kez şahit olduk ne de olsa! Bugünlerde oldukça önemli gözüken sosyal izolasyonun ruhsallığımız üzerinde ne gibi etkileri olabileceği geçiyor aklımdan son birkaç gündür. Ancak bundan bahsetmeden önce hakikatimizin bir kısmıyla yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum:

            Korona virüsüne dair haberler çoğaldığından ve gündemimizin büyük bir kısmını kaplamaya başladığından beri düşünce ve davranış biçimlerimiz dönüşümlere uğruyor ve virüsünün yarattığı tekinsizlik haliyle farklı farklı şekillerde başa çıkmaya çalışıyoruz. Kaygımızın arttığı, tehlike altında hissettiğimiz durumlarda eğer kaynaklarımız (psikolojik olanlar da dahil) yeterince güçlü değilse daha dürtüsel/o anı kurtaracak kararlar verdiğimiz, inançlar geliştirdiğimiz bir gerçek: Virüsün Türklere bulaşmayacağına inanmak, stoklayabildiğimiz kadar erzak stoklamak, çeşitli komplo teorilerinin peşine takılmak bu karar ve inançların dikkat çeken bir kısmı. 

            Dahası içinde yaşadığımız ekonomik ve politik düzenin bu gibi tehlikelerde çoğunluğun korunmasına hizmet etmediğini; kaynakların daha eşit paylaşıldığı, sınıfsız bir dünyada bu gibi sorunların çok daha kolay aşılabileceği bir diğer gerçek: Ataerkil-kapitalist sistemde yoksulların [1], göçmen ve mültecilerin [2],  heteroseksist normlara uymayanların [3]; ayrımcılığa uğrayan birçok farklı grubun her durumda olduğu gibi virüs karşısında da dezavantajlı konumda olduklarını bir kez daha gördük [4]. Ellerimizi sık sık yıkayalım ama dünyada 2 milyar insanın ellerini yıkayacak temiz suyu olmadığını hatırlayarak [5]!

            Bu süreçte sosyal izolasyonun virüsün yayılma hızını önemli bir şekilde düşürdüğü konusunda hemfikir olup zorunda olmadıkça evden çıkmayalım; ancak evlerin kadınlar ve çocuklar için o kadar da güvenli alanlar olmadığını [6] ve bu izolasyon sonucunda nefes alan canlılığı [7],[8] akılda tutarak.

 

Sosyal İzolasyon’un Düşündürdükleri

 

            İnsan yaşamının amacı nedir sorusuna verilebilecek pek çok cevap vardır elbette. Şimdiye kadar duyduğum, üzerine düşündüğüm cevaplar içinde aklıma en çok yatan ise psikanalizin bizlere anlattığı ya da benim psikanalizden anladığım cevap olan “insan dünyaya ilişki kurmaya gelir” oldu. İlk reflekslerimiz hep ilişki kuracağımız ötekine yöneltir bizi; ilişki kuracağımız ötekine doğru uzanırken, ona doğru büyürüz bir anlamda. Bize bakım verenin kucağında, yanında; meme ya da biberon ağzımızdayken sakinleşiriz. Bize seslenirken kullandıkları kelimeleri sahiplenir, çok kalabalık ve gürültülü bir ortamda bile o kelimeyi diğer kelimelerden daha kolay seçeriz.

            Nesne ilişkileri kuramının kurucusu Melanie Klein bebeğin bu ilişkileri de içeren bir fanteziyle doğduğunu söyler. Ancak bu fanteziler umduğumuz kadar sükunet içinde ve huzurlu değildir. Klein’ın çalışmaları bize bebeğin fantezilerle dolu iç dünyasında huzursuz eden, kaygılandıran, üzen ya da öfkelendiren birçok öğenin bulunduğunu anlatır. Bu tekinsiz öğeler ancak sıcak, doyurucu ve güvenli ilişkiler ile yerini daha dingin ve sağlıklı bir yapıya bırakabilecektir. Diğer bir deyişle psikolojik sağlıklılığımız için, yani içsel uyum, güven ve bütünlüğümüz için dış gerçekliğin içteki kaygı ve üzüntüleri dindirmesi gereklidir. Çoğumuzun alışık olduğu düşünce biçimini tersine çevirir Klein: Sosyal ilişkilerin niteliği bizi hasta eden değil iyileştirendir. Yeni doğan bebek, paranoid ve şizoid özelliklerle dünyaya gelmiştir ve iyileşmek ancak bakım verenle bebek arasında yaşanan doyurucu bir ilişkiyle mümkündür.  

            İyileşebilmek için bir ötekine, bizi doyuran bir ilişkiye ihtiyacımız vardır yani. O ilişkiden ne kadar mahrum kalırsak yıkıcı fantezilerimizden uzaklaşıp sakinleşmek o kadar zorlaşacaktır. Doyum veren o ilişkilerden beslenebildiğimiz oranda o ilişkileri içselleştirmek mümkündür; ilişkileri içselleştirebildiğimiz oranda da yoksunluğuna katlanmak. 

            Çocuklarda ilk fobik durumların karanlık ve yalnızlıkla ilişkili olduğunu ifade eden Freud ise karanlıktan korkan bir çocuk ile teyzesi arasında geçen şu çarpıcı diyalogdan bahseder:

 

Çocuk: Teyze, benimle konuş, korkuyorum.

Teyze: Ama bu ne işe yarayacak? Beni göremezsin ki.

Çocuk: Birisi konuştuğunda daha aydınlık oluyor.

            Ötekinin varlığı, bize yalnız olmadığımızı hatırlatan sesidir bizi o sarsıcı iç dünyamızdan uzaklaştırıp karanlığı dağıtan. Psikanaliz bize bu ve bunun gibi birçok durumdan bahsederken tekrar tekrar (gerçek ya da fantezilerimizdeki) ilişkilerin önemini hatırlatır. Tutarak, okşayarak, besleyerek, kapsayarak ya da aynalayarak; adına her ne dersek diyelim ötekidir bizi var eden, var olduğumuzu bize söyleyen. 

            Yalnız ve izole olmak zorunda oldukça kendimizi tanımladığımız referans noktalarımızı, hayata attığımız çapaları, içselleştirdiğimiz dış gerçekliği ve güvenli ilişkileri yitirmeye başlarız. Bize bakışıyla, sözleriyle kim olduğumuzu hatırlatan bir ötekinin olmadığı yerde biz de kim olduğumuzu unuturuz. Yalnızlığa mahkum edilmek, “tecrit” büyük bir işkencedir dünyaya ilişki kurmaya gelmiş insan için. Öyle ki şizofreninin tedavisinde öncü bir psikiyatrist olan Frieda Fromm-Reichmann insanların yalnız olmaktan; aç kalmaktan, uykudan mahrum kalmaktan veya cinsel ihtiyaçlarının karşılanmasından daha fazla korktuğunu söyler. Bir süre sonra suya ulaşamayan birinin suya hasretine denk gelecek yakınlık ihtiyaçları baş gösterir bu tecrit durumunda. Her birimiz o doğuştan itibaren bizle olan, ancak çoğumuzun çoktan unuttuğu, biçim değiştirerek kendini hatırlattığında da yabancılaşmış olduğumuz yıkıcı fantezilerimizle baş başa kalırız.

            Tecritin yaratabileceği tüm bu yıkıcılığa ek olarak; virüs nedeniyle ortaya çıkan kaygılarımız, korkularımız ve tekinsizlik de içselleştirdiğimiz iyi ilişkileri yavaş yavaş yitirmemiz ve  ötekileri daha tehlikeli algılamamız riskini beraberinde getiriyor. Kendi iç dünyamızdan kaynaklanan huzursuzluğu, bize ilişki kurduğumuz ötekinin bir zulmü gibi algılamaya daha yatkın hale gelebileceğimizden bu ilişkilerimizin zedelenmesi riskini de göz ardı etmememiz gerekiyor. Zamanla en yakınımızda, birlikte izole olduklarımızın davranışlarında düşmanlık arama, bulduğumuzu sandığımız düşmanlıklara da misilleme ile karşılık verme ihtimalimizden bahsediyorum.

            Bunca risk ve olumsuzluğu paylaşırken amacım kimsenin canını sıkmak, keyfini kaçırmak değil. Tam tersine ancak risklerin farkında olarak bu süreci atlatabileceğimize olan inancım.

            Birbirimize ihtiyacımız var, hem de hiç olmadığı kadar. Sesimizi duyan, bize adımızla seslenen; fiziksel olarak dokunamasak, yan yana gelemesek de bize kim olduğumuzu hatırlatacak, kimliğimizin dağılmasını önleyecek,  duygusal güvenlik hislerimizi sağlayacak ötekilere.

            Bize en uzak olana uzandığımız kadar güvende hissedeceğiz. Tuvalet kağıdını, kolonyayı paylaştığımız, hatalarımızı kabullenip onarmak için çaba gösterdiğimiz oranda yaşanabilir bir yer olacak bu dünya. Geçmişi değiştirmek mümkün değilse de bu travmadan büyüyerek çıkmak hatalarımızı kabullendiğimiz ölçüde bir olasılık. Virüsten korunmak için evlerimize kapanarak fiziksel teması mümkün olduğunca en aza indirmenin şart olduğu bu günlerde; içimizdeki ve dışımızdaki iyiyi korumak, ve belki de artırmak için daha çok konuşmaya, daha çok dinlemeye ve en önemlisi daha çok onarmaya ihtiyacımız var.

 

Umudumuzu koruyalım.

 

18.03.2020